Döndüm… Lodosluydu hava. Kıyıya vuran yosunlar gibi, çer çöp gibi düştüm Mavi Kasaba’ya. Kaçtığım dünyaya benzeyen kirli ve çalkantılı denizin şarapsı kokusu doldu içime. Çocukluk günlerime düştüm. Çıplak bedenime yapışmış kumlarla birlikte kavgamı silktim göğsümün üzerinden. Bir an için, bir an için hiç büyümemişçesine kaldığım yerden, bu kasabada devam edebileceğimi sandım gamsız ve tasasız bir hayata. Bulutlar geçti başımın üzerinden, martılar geçti. Eski gemilere, yaşlı gemicilere takıldı gözüm. Deniz bulanıktı ve ben Mavi Kasaba’daydım.
Bıraktığım herkesi kocamış buldum. Zaman onları acımasızca çizmişti yüzlerinden, gözlerinden, ellerinden. Rastladığım dostlarımdan sitemler işittim. Bunca mı kırgın çıkmışım ben onların arasından. Onları arayıp soramayacak kadar mı yoğunmuş meşguliyetim.
Küçük kızımın elinden tutup çocukluğumun geçtiği sokakları, oturduğum çay bahçelerini, bana küsmeyen dostları gezip dolaştım. “ Ben buraya aitim en çok küçük kızım. Hiçbir yere sığmayan yüreğim ben istesem de istemesem de bu kıyılara ait… Ben nereye gidersem gideyim yanımda bir hüznü bir de bu kasabanın özlemini götürmüşüm farkında olmadan.” Burnumun direğini sızlatan lodos değilmiş demek.
Gönlümde ağlayan çocuk susup çekildi kenara. Derviş başını kaldırıp dolu gözleriyle baktı yüzüme, ayakları çıplak bir çocuk kumun üzerinde yürüdü. Yeniden, kaldığım yerden, bir daha fakat bu kez daha sıkı bir gayretle. “ Hadi küçük kızım!” dedim. “ Hayat bu kasabadan ibaret kalsın bizim için. Ötesini yok say…”
. . .
Çocukluğumu bıraktığım sokağa döndüm. Yokluğumda dikilen binaların arasında çocukluğuma ait hatıraları saklayan bahçelerin, evlerin ve ağaçların arasındayım. İçinde oynadığımız eski mezarlığın yerine belediye binası yapılmış, tel örgülerin arasından asker amcalarla görüştüğümüz küçük hapishane tahliye edilmiş, bir kısmı yıkılmış, boş bir kuş kafesini andırıyor. Yanıbaşında hızla yükselen adliye inşaatı… onun arkasındaki incir bahçeleri, badem ağaçları, gölgeli çınarlar çoktan yok edilmiş. Asri mezarlık evimin tam karşısında. Sevdiğim, bildiğim o kadar çok insan var ki orada.
Kasaba da büyümüş benim gibi. Sokaktan geçen herkesi tanımıyorum artık, çocuklar genç olmuş, gençler durulmuş, yaşlılar evlerine çekilmiş. Ben kaldığım yerden başlayacağım burada hayata.
Üç cephesi hoyrat sarmaşıkların sere serpe dallarıyla kaplı üç katlı ev yıllardır sessizliğin içindeydi. Kızımın şen sesi bahçedeki ıhlamuru, iğdeyi, sarmaşık güllerini ve çuha çiçeklerini uyandırdı. Akşamın esmerliği şehrin üzerinde tüllenirken bir eski zaman plağında şakıyan Safiye Ayla’ya eşlik ediyoruz hep birlikte. “Menekşelendi sular…” diyoruz. Şarkı söyledikçe gökyüzü menekşeleniyor, deniz menekşeleniyor. Gece dostlar bastırıyor eve, tavla atıyoruz onlarla. Bu evde televizyon yok, bizi bizim dışımızda değişip kirlenen dünyadan haberdar eden tek şey sabahları kapıya bırakılan iki gazete…
Hayatım bu bin metrekarelik alan içinde dönüyor işte. İstanbul’un trafiğinden karmaşasından çıktıktan sonra burada emekli gibi hissediyor insan kendisini. Nasıl da alışıveriyor insan yaşamın dayattığı koşullara. Başkaları koşuyorsa sen de koşuyorsun, başkaları duruyorsa sen de duruyorsun. Aslında bizim seçimimiz olan o kadar az şey var ki.
Bahçede beş altı kedimiz var. Evimizin bitişiğindeki harap bina yıkılınca orayı mesken tutmuş olan gelincik de bizim çatımıza taşındı. Dugu’nun annesinin Eğrikapı’daki ahşap evinden tanıyoruz gelinciği. Tıpkı Müzehher anne gibi hoşnuduz onun varlığından. Her sabah çatıdan gelen takırtılara alıştık artık. En güzeli de bizim yokluğumuzda arka bahçedeki ardiyeyi yurt tutan kirpi…
Bahçede akşam yemeği yediğimiz bir sabah çıktı karşımıza. Ayağımızın dibinden geçen yuvarlacık şeyin ne olduğunu anlayamadık önce. Bahçenin bütün ışıklarını açıp başına toplanınca utancından tortop olmuş şeyin kirpi olduğunu fark ettiğimizde nasıl sevindik. En yakın arkadaşımıza, en sevdiğimiz dostumuza rastlamıştık sanki. Kızım eğilip dostça çağırdı onu. Eşim çocuğuyla konuşurcasına sevecen seslendi. Bizden zarar gelmeyeceğini anlamış olmalı ki başını çıkarıp baktı çevresinde toplanan kalabalığa. Böyle oldu tanışıklığımız. Onu ürkütmemek için masamıza geçtik. Küçük adımlarla kedinin tabağına doğru gitti. Demek bundan böyle kedilerin kabına onun için de bir parça yemek koymak durumundaydık…
Adını Okşan koyduk. Varsın dikenlerle dolu sırtını okşayan kimsecikler olmasın, adıyla ilgisiz o kadar çok şey var ki dünyada. Nicelerinin pençesini, kuyruğunu, uzun kulaklarını görmezden gelip insan demiyor muyuz. .
Öyle alıştık ki birbirimize, çok geçmeden bahçede oturduğumuz geceler hiç korkmadan ayağımızın dibine kadar sokulmaya başladı. Gündüz hiç ortalıkta görünmezken geceleri bizim sohbetlerimize eşlik etmek istercesine katıldı aramıza. Artık otların arasından geçerken çıkardığı hışırtıyı duyunca umursamıyoruz. Aramızda bir konuk varsa korkuyla bakıyor yüzümüze. Kızım “Korkmayın, o bizim Kirpimiz” diyor.
Birbirimizin yareni olmuştuk kısa zamanda. Sevincini belli edemese de gelişimizden hoşnut olduğu anlaşılıyordu. Kanaatkardı, bir parça kuru ekmekle yetiniyordu ama öylesine renklendirmişti ki bahçedeki sohbetlerimizi. En çok kızımı sevindiriyordu onun varlığı. Kayısı ağacına kurulu çingene salıncağında sallanırken küçücük parmağıyla Okşan’ı işaret ediyor, kirpi geldi çığlıklarıyla güldürüyordu bizleri.
Onun bahçede yaşadığı yalnızlığı eşim fark etti önce. İki giriş kapısından da merdivenlerle inilen bahçeye kirpi bir şekilde düşmüş olabilirdi ama çıkması mümkün değildi. Bir şekilde girdiği bahçeden kendi imkanlarıyla çıkması olanaksızdı. Ömrü bu bir dönümlük alanın içinde geçecekti. Eşi yok, ana babası yok. Hiçbir hemcinsini tanımadan yaşayıp ölecekti burada.
Okşan’ın trajedisi öyle garip çağrışımlar yaptı ki zihnimizde. Mülteci hayatlara benziyordu onunki. Bir sebeple burada bulmuştu kendisini, kim bilir belki yağmurun peşinden, belki bir avın peşinden düşmüştü içeri. Her gece defalarca turladığı bahçe duvarları arasından bir çıkış yolu bulması mümkün değildi. Ön ve arka kapıya açılan merdivenleri de aşamayacağına göre bir hapis hayatı yaşıyordu burada. Bizlerle dost olmayıp ne yapabilirdi ki.
Tıpkı İstanbul’un kuytularına sığınmış pasaportsuz, ikametsiz, kimliksiz dostlarım gibiydi Okşan. Onlar da memleketlerini saran yangından, bombalardan, uçaklardan kaçıp sığınmışlardı buraya. Dünyanın tanımadığı, bilmediği bir savaşın mağdurlarıydılar ve dünyanın kalan kısmı için onların varlığı bir kirpinin varlığından daha anlamlı değildi. Yedi yıldır yalnızlığın, kimsesizliğin, yokluğun her çeşidini yaşamışlardı. Çıkmak istediklerinde çıkamadıkları bu ülke onlar için bizim evin bahçesi gibi bir hapishaneye dönüşmüştü adeta. Dillerinden anlayan, hallerini bilen kimsecikler olmadığı için yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmişlerdi zoraki. Yalnızlık bu kirpiye nasıl kirpiliğini unutturduysa onlara da soylarının mağrurluğunu, baş eğmezliğini unutturmuştu artık.
Bunları düşününce gözlerimiz yaşlarla doldu. Dikenlerine rağmen ona sarılıp okşamak, yalnız olmadığını fark ettirmek geldi içimizden. O günden sonra daha önemli oldu bizim için.
Fakat o, mültecilerden daha şanslıydı. Kendisini alıp çayırlara, ormanlara bırakabilecek dostlar bulmuştu işte. Eşimle konuşup kararlaştırdık, ilk fırsatta bu küçük kirpiyi arabaya atıp uzağa, çok uzağa, insanların ve şehrin bulunmadığı kırlara bırakacaktık. Bu hafta sonu olmazsa bir dahaki hafta sonu… varsın kızım onu özlesin, varsın ayaklarımızın altında dolaşan toparlacık bir kirpimiz olmasın artık. Onu alıp kendi cinsinden birilerini bulabileceği bir yere götürecektik.
Bu kararı almak bizi rahatlattı. Birkaç güne kadar bahçemizden uğurlayacağımız kirpimize daha konukseverce davranmaya başladık. Ne var ki onu alıp kırlara bırakmak kararımızı uygulamaya fırsat bulamıyorduk. İşte bu akşam götürelim derken konuk geliyor, bir başka gün niyetimizi gerçekleştirmemize engel bir durum ortaya çıkıyor. Biz bu arada Okşan’a alıştığımız için onu ellerimizle buradan uzaklaştırmaya gönlümüzün elvermediğini birbirimizden gizliyoruz.
Bir akşamüzeri yine bahçe gölgelere teslim olmuşken dostlarla birlikte kayısı ağacının altında sohbete daldık. Sarmaşık dallarının arasında yuva kurmuş kumrular uçuşuyordu başımızın üzerinden. Kızım çingene salıncağında bir saka kuşu gibi cıvıldıyordu. Kapımızı kapamıştık yine dünyaya. Bizden başka kimse yoktu…
- Başını çevir, arkana bak, dedi eşim. Bak ne var orada…
Dönüp baktım. Döndüm ve önce otların arasında ne olduğunun ayırtına varamadım. Bizim Okşan’dı bu. Yanında da iki küçük kirpi yavrusu…
Her şeyi bütünüyle anlamam için gözümün önünden bir sürü yüz, bir sürü el, bir sürü sokak geçti. Mülteci yüzlerdi bunlar, yüzlerine bakınca gözlerini kaçıran utangaç kadınlardı, geleceksiz, kimliksiz çocuklardı. Çaresizlik içinde elleriyle yüzlerini kapıyorlardı, pasaportlarını uzatıyorlardı resmi makamlara. Sonra koca şehrin dört bir köşesine dağılıyorlar, izbe apartman katlarına, bodrum katlarına sığınıyorlardı. Kulaklarımın uğultusunu dindirmem gerekti her şeyi anlamam için. Konuşuyorlardı, anlatıyorlardı. Biz, diyorlardı. Bunca sahipsiz, bunca kimsesiz, bunca eksik ve ihtiyaçlı olsak da yaşam sona erinceye dek onurumuzla var olacağız. Kimsenin görmediği yerde bizi gören, kimsenin duymadığı yerde bizi duyan Tanrı’ya malum halimiz…
Nereden geldiğini bilmediğim bir Pir Sultan Abdal türküsü yükseliyordu yüreğimde; “Kula gölge ise Allah’a ayan !” diyordu koca aşık…
Başımızı eğdik, ikimiz de konuklarımızdan sakladık gönlümüzden geçeni. Dönüp sohbete devam ettik kaldığımız yerden. Yalnız bir pişmanlık, bir özür dileği yükselmişti gökyüzüne gönlümün en derin yerinden.
“Özür dilerim Tanrım, özür dilerim… Onu bu kuytu bahçede unuttuğunu sandığım için, kimsesi olmayanın da tanrısının sen olduğunu unuttuğum için özür dilerim.”
HULUSİ ÜSTÜN