Yazı Beklerken
Geçen yaz Silivri’den İstanbul’a giderken Selimpaşa köy içindeki küçük Kır kahvesine uğramayı alışkanlık etmiştim. Sabahın erkeninde kimsecikler olmuyor orada. Hele hafta içi ise kıyı o kadar boş, o kadar tatlı ki. Önce yarım saat kadar yüzüp henüz ılınmamış denizin serinliğinde kendime geliyorum. Sonra iki bardak çay… eğer gün biraz ilerlemişse piknik sepetini alıp kahvaltıya gelen aileler oluyor ara sıra. Bir de kahvenin bir köşesine oturup yanındakilere heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatan siyah gözlüklü adam. Çizgili gömleğinin üzerine takılı kocaman rüküş kravatından anlaşıldığı kadarıyla yakınlarda bir yerde ufak bir memurluk yapıyor olmalı. Masasının üzerinde haberden ziyade göz gönül açan cinsten gazeteler oluyor. Sürekli sigara içip yanındakilerle konuşuyor. “Beni bir dinleseler her sorunu çözeceğim” tarzında bir yakınmayla hükümeti eleştiriyor, muhalefeti eleştiriyor, belediyeyi, bürokrasiyi eleştiriyor…. Çayımı içerken kulak misafiri oluyorum bazen. Dinlediğimi fark edip sesini yükseltiyor, akşam televizyonda duyduklarını tekrarlıyor, heyecanla üfürüyor sigarasını.
Yaklaşık bir saat sürüyordu Kır kahvesindeki sabah keyfim. Sonra kalkıp İstanbul’a doğru yola devam ediyordum.
. . .
Haziran sonu oldu neredeyse ama kaç gündür kasım havası var buralarda. Bulut, kasvet, yağmur, rüzgar… Deniz mevsimi başlamadı desek yalan olmaz. Bu yıl kır kahvesinde sezonu açamayışım o sebepten. Hava fırsat vermedi henüz, iş yoğunluğu bir taraftan… Meteoroloji raporlarına bakılacak olursa bu ağlak hava birkaç gün daha sürecekmiş. Bu yıl ne güzel yağmurlar gördük, ne güzel ıslandık, ne güzel şarkılar söyledik, ne güzel dualar ettik yağmuru seyrederken. 
Bu sabah saat sekiz sularında Selimpaşa’dan geçerken aklıma esti de kırdım direksiyonu köy içine. Aslında bu civarın en güzel ev yemeklerini yapan iki hanım eli lokantası var burada. Rumeli usulü sebze yemekleri, börekler tertemiz ellerde hazırlanıp sunuluyor. Birinin sahibesi Silivrili bir Arnavut hanım. Noyanlardan galiba… Kadının eli tat veriyor değdiği yemeğe. Çiğ böreği, ciğeri, mantısı, sebzesi, tatlısı bambaşka. Tam Rumeli mutfağı… Pazar sabahları buraya kahvaltıya geliyoruz bazen. Çocuklar karşıdaki parkta oynarken biz eski günlerin içine kıvrılıp keyif çayı içiyoruz. 
Bu sefer onlarda değil, caminin arkasındaki küçük bir lokantada yaptım kahvaltımı. Kapının önüne konmuş kirli bir masanın üzerinde bol limonlu bir süzme mercimek çorbası içtim. Hesap istediğimde iki lira dedi lokantacı doğulu çocuk. Hoş çorba da üç lira etmezdi gerçi ama idare ederdi yine de. 
Lokantanın karşısında yıllara bel bükmüş uzun boylu, yorgun bir ihtiyar sebze meyve satıyor. Hava yine kasvetli, rüzgarlı…
Sonra kıyıdan yoğurthaneye doğru yavaş yavaş ilerledim.
İstanbul’un bunca yakınında bunca bakir, bunca özel, bunca özgün bir köy idi Selimpaşa. Daha bir özenle tutulsa idi keşke, keşke o özgün hali ile kalsa idi, keşke eskiyi onarmaktan başka hiçbir imar işi yapılmasa idi. ne hoş olurdu buralar. 
Selimpaşa’nın son belediye başkanı bu köyün çocuğu idi. yıkılmaya yüz tutmuş bir çok eser onun da gayreti ile restore edildi, yenilendi, temizlendi. Köy içinde eski özgün mimariyi temsil eden yapılar ortaya çıkartıldı. Kimi sokaklardan geçtiğinde bir şiir dinlemiş gibi oluyor insan.      
Kır kahvesi yerli yerinde. Rüzgara ve hafif yağmura rağmen birileri oturmuş tavla oynuyor. Belli belirsiz bir Sezen Aksu şarkısı yankılanıyor içeride. “perişanım şimdi mutlu oldun mu, başını yastığa rahat koydun mu?” 
Kahvenin ortasındaki yaşlı incir ağacının meyveleri Ağustos sonuna doğru olgunlaşacak. Küçük ama çok tatlı bir incir bu. Sağ elimin işaret parmağında baş kaldıran çirkin siğili geçen yaz bu ağaçtan koparıp yediğim iki incirin sütü ile iyileştirmiştim.
. . .
Durup dikkat kesilmeyi becerebilsek hayat her hal ve şartta o kadar güzel ki. Çılgın bir yaşama sevinciyle bakınmalı sağa sola, kulak kesilmeli. En onulmaz yaralarımızı iyileştirmek için bazen bir incir ağacı, bazen bir Sezen Aksu bestesi yeterli.
. . .
  Yine de bir tatil yolculuğuna çıkmalı. Müzehher Anne Bodrum’dan aradı dün gece. Seksen yaşındaki bir kadına ait değildi sesi. Cıvıl cıvıl konuştu benimle. Mehtaba karşı kahvesini içip cigarasını tellendirirken Ağlayan Kafe dinliyormuş. Keyfi yerindeymiş, bu melodiye sarmış bu aralar. Her gün çevirip çevirip dinliyormuş. Bir de ben olsaymışım yanında ne hikayeler anlatırmış bana.
-“Rahmetli Menderes asılmadan evvel,” diye başladı…
Sonra yine Bodrum’dan prenses Kanouko Şükran’ın numarası göründü telefonumda. Dün gece gittiği bir davette hayran olmuşlar ona. Bir arkadaşı fotoğrafını çekmiş. Sinan’ın mailine yollayıvermelerini istemiş, Sinan’ı aramış. Yarın sabah görüşelim demiş o da. Prensesin öfkesi tepesinden çıkıyor. Şikayetini bildirmek istemiş bana. Sonra, “bak bu yaz kaçırma buraları, gel… her taraf yeşil, mavi ve begonvil rengi…”
     

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol