Hikmetsiz İki Yıl

Bugün ikinci yıl bitti… İki yıl önce bugün dostum öldü, bastonunu kaybetmiş bir kötürüm gibi kaldım ortada… Alışmadıysam da susup kabullendim. Dostum… Yalan söylemişler bize… Azrail Çerkes değilmiş.
 Kapağı sarı çiçekli günlüğüme not düşmüşüm… 2004 yılının Ekiminde tanımışım onu. Caddebostan’daki evinin kapısını çalmışım, henüz tıraş olmuş, eşofmanları ile karşılamış beni. Sabaha kadar sohbet etmişiz. Kahve içmişiz. Kahve ile sarhoş olup şarkı söylemişiz…
 Günlüğün sonraki sayfalarında hep o var. Bir gün “Hikmet Amca geldi” diğer gün “Hikmet Amca’ya gittim.”
 Zamanın yabancısı olmuş iki gariptik işte. İçinde yaşadığı zamana yabancı olandan daha garip kim var ki. O doksana merdiven dayamış, ben otuzundan gün almışım ama iki ikiz kardeş gibi yaşıtız, iki ikiz kardeş gibi benzeşiyoruz. Bizden başkasının anlamadığı bir dille konuşuyoruz. Küfür ediyoruz, şarkı söylüyoruz.
 İkimiz de bir Ümm Külsüm’e aşığız, bir de Abidat’a. Kah bir Arap yalellisi ile içleniyoruz kah Abidat’ın nağmeleriyle ağlıyoruz. İkimiz de bayılıyoruz çorbacı köşelerine, midye tezgahlarına, kır kahvelerine. İkimiz de bilmiyoruz ekmek kaç kuruştur, münakalat bakanının adı nedir… Geçmişin içindeyiz ikimiz de, gözümüzü kapattığımızda Müzeyyen Senar şarkı söylüyor Agora Meyhanesinde. Safiye Ayla kırkında değil daha, Selahattin Pınar Afife Jale’nin yasını unutamamış. Tarık Carım hükümetle kavgalı. Dünyada Allah Kerim, İstanbul’da Fahrettin Kerim…
 Ben onunla birlikte doğdum Hatay’ın Reyhaniye’sinde bin dokuz yüz yirmilerde. Bir asra dayanmış ömrünün her gününde, her saatinde yanındaydım sanki. Onunla birlikte ana babasızlığı yaşadım, bahçelerden nar çaldım, sokak çocuklarıyla köşe kapmaca oynadım, Asi nehrinin kan gibi sıcak suyuna çivileme atladım, 1930’ların İstanbul’unda saraylı bir halanın yanına sığındım, sonra bir kayıp babanın peşine düşüp Şam’a, Beyrut’a, Hayfa’ya gittim. Üvey annenin ne demek olduğunu öğrendim. Hayfa limanını haraca kestim hapis kaçkınlarıyla, bir çuval dolusu paranın üzerine çıkıp “ Sen herkesin Rabbi olduğunu sanıyorsun ama yerin benim ayaklarımın altı” dedim. Onunla birlikte bana da Abu Leyl dediler. Loş kumarhane masalarında varlığı yokluğa yokluğu varlığa tahvil etmenin riskini yaşadım. Deli gibi sevdim bir Arap kızını. Saffad cezaevinde bir buçuk ay boyunca her sabah ölmediğime ağladım. Radiye’ye tutuldum Tel Amri’de…. Sevdiğimi diyemedim, elinden tutup kaçamadım Türkiye’ye… Kuneytra yıkılırken oradaydım. Şarapneller uçuştu başımın üstünde. Tsey Recep’in cenazesini onunla birlikte omuzladım. İskenderiye’de Umm Kulsüm dinledim. “Kullina nihibbil Kamer, vel Kamer Bihibbi miyn!” dedim.
 Onunla birlikte İmranlı’da asker oldum. Bir ölünün başında bekledim sabaha kadar, komutanlardan ateş istedim cıgaramı yakmak için. Adımı Derbeder koydular… Dönüp İstanbul’a geldim. İstanbul cennet idi o zaman. Tarık Carım’la kadeh tokuşturdum, Neyzen Tevfik’le içip Leyla’nın da Mecnun’un da gelmişine geçmişine sövdüm. Safiye Ayla’nın sesinde Filistin’in erguvan akşamlarını yad ettim. O banka memuresi bir Rumelili kızla evlenirken nikahlarına ben şahit oldum herkesten önce.
 İlk çocuğunu kucağına aldığında onunla birlikte ben de yaşadım baba olmanın korkusunu. Kadıköy sahilinde sabaha kadar oturup cıgara içtim. Alkolden hissedemez oldu parmacıklarım.
 Çocuklarını büyütürken yanındaydım. Onların ilkokul heyecanını, gençlik delişmenliklerini izledim. Amerika’ya uğurladım onları yirmi yıl evvel. İstanbul’la New Jersey arasında gittim, geldim. Gittim, geldim. Gittim, geldim.
 Onunla birlikte yaşadım bir ömrün son üç yılını Silivri’de yar başına kurulu Güzel Bahçe Sitesinde. Son konuklarını ağırlarken yanındaydım. Son kez ekmeğini zeytin yağına batırıp zahtere bandırırken ben oradaydım…
 Sonra Marmara Üniversitesinin Hastanesine kaldırdık 26 Eylül 2008’de. Ben de nefes alamıyordum onunla birlikte. O benden bir cigara istedi, ben de yanımdaki görevliden. Onun da göğsü sıkışıyordu, benim de…
 - Si ghoudişt! Dedi bana.
- Seri si ghoudişt! Dedim.
. . .
Ertesi gün durdu kalbi. Benim de içimde tıkırdayıp duran bir saatin sesi kesildi. Sabaha karşı sızıp kaldığım hastane koltuğunda omzumdan dürttüler. “Kalk, Hikmet Amca öldü.”
“Hikmet ölür mü oğlum,” dedim… “Sözü var bana yüz yaşına kadar yaşayacağına dair. Hem Azrail Çerkes değil mi? Bir iltimas geçer ona. Bırak bu işleri… Yediçler uzun yaşar…”
  . . .
 Ben ondan öğrendim Rind olmayı. Ondan öğrendim üç günlük bu dünyanın sefasına da cefasına eyvallah demeyi. Kuşa çiçeğe bakıp hayret etmeyi o öğretti. Herkese gülümsemeyi, siyaseti suyu sıkılmış bir limonu koyduğum yere koymayı… O söyledi Egoizmin Kapitalimi de komünizmi de dövebileceğini. İnsan ihtiyarladığında bacakları koşamasa da gönlünün koşması gerektiğini ondan öğrendim. Tavlada pul çalmayı, zar tutmayı…
 O gitti bundan tam iki yıl önce. Beni kalabalıkların içinde bastonunu kaybetmiş bir kötürüm gibi bir yığın hatıra ile, bir yığın muhabbetle, bir yığın şarkı ile bırakıp gitti.
 İki yıldır ben herkesin derdini dinliyorum ama kimsecikler dinlemiyor beni dostum. Ben hiç kimseyi görmüyorum artık. Abidat’ın nağmelerinden anlayan kalmadı, Ümm Külsüm’ü kimsecikler bilmiyor. Müzeyyen’in sesi gitmiş, Bush kim bilir nerede, Amerika’ya bir zenci başkan olmuş…
Caddebostan’daki evin yerine bir apartman dairesi dikildi, Zülice Hanım tek başına dört duvarın arasında kaldı… Elif okula başladı dostum, Kimpi delikanlı oldu… Ben yazmayı bıraktım…
 İki yıl oldu sen yoksun ama ben hala “Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım” şarkısını dinleyemiyorum.
 
Hulusi ÜSTÜN


 

 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol