FİZAN, İF ŞATOSU, ÜSERA KAMPI
VE SİLİVRİ CEZAEVİ
Yıllar sonra karşılaştık adliye koridorunda. Sarıldık, halleştik, sohbet ettik. Ayrılırken onu bize davet ettim.
- Bir ara kaç gel bizim oraya. Birkaç gün kalırsın. Gezer eğleniriz’ dedim dostuma.
- Aman hocam, beddua mı ediyorsun. Ne işimiz var Silivri’de, diye cevap verdi.
. . .
Daha önce de olmuştu benzeri diyaloglar. Silivrili olduğumu duyan hapisten, zindandan, yargıdan, mahkûmiyetten laf açıyordu. Sanıyorlardı ki Silivri kocca bir zindanın gölgesine kurulu üç beş barakadan ibaret.
Onların bir günahı yok. Gün geçmiyor ki ulusal basında bir Silivri manşeti… ‘Silivri Yeni karargahım,’ diyor İlker Başbuğ… Bir başka başlık. ‘Diyarbakır’a Silivri yapılıyor.’ Bir başkası ‘Silivri toplama kampına dönüştü’ bir başkası ‘Hukukun öldüğü yerde, Silivri’deyim’
Beni özleyip yanlarına çağıran eş dost telefonda diyor ki, ‘Seni ne zaman tahliye edecekler Silivri’den.’
. . .
Öyle miydi eskiden? Silivri’ye gitmek sahile gitmekti, denize doymaktı, tatlı yaz kaçamakları yapmaktı. Gündöndü tarlalarının ortasında terlikle gezmek, dondurma yiyerek günbatımı izlemek, sahilde piyasa yapmaktı. Bu kasabanın adı yoğurt, sahil, deniz, kum ve bamya çağrıştırırdı.
. . .
Osmanlı’nın Fizan’ı vardı, Libya’nın orta yerinde Sahra çölünün içinde, deve ayağıyla üç ayda gidilen, kuş uçmaz kervan geçmez, suyu olmayan, gölü olmayan, ağacı olmayan bir çöl kasabası. Siyasi suçlular, merkezden uzaklaştırılması gerekenler, tehlikeli şahıslar Fizan’a gönderilir ve şerlerinden emin olunurdu. O dönemlerde bizim Silivri’miz İstanbul eşrafının ava geldiği bir sayfiye yeri idi. Havası, suyu temiz, toprağı bereketli, dilberi pek nazenin bir kıyı kasabası.
Osmanlı’nın son döneminde, Balkan Harbi ve Cihan Harbi yıllarında ele geçen sayısız esirin, savaş suçlusunun ve siyasi suçlunun konulacağı geniş bir tutukevi ihtiyacı baş gösterdiğinde Üsera kampı olarak seçilen yer de Anadolu Bozkırının ortasındaki Çankırı oldu. İmparatorluğun dört bir yanında ele geçirilen esirler ve siyasi suçlular Çankırı Üsera kampında tutuluyordu. 21. Yüzyıl Türkiye’sinde bu vazife Silivri’ye uygun görüldü.
Alexandre Dumas’ın yalancısıyım, bundan iki yüz yıl öncesinin Fransa’sında tutuk evi olarak kullanılan yer de Akdeniz’in ortasında Marsilya açıklarındaki susuz, ağaçsız küçük bir adanın üzerine kurulu İf Şatosu idi. Benim sevgili kahramanım Edmond Dantes orada doldurmuştu çilesini.
Silivri’de Türkiye’nin İf Şatosu oldu iyi mi…
. . .
Burası, Türkiye’nin en büyük cezaevine mekânlık etmezden önce adı harita üzerinde kolaylıkla bulunamayan bir İstanbul ilçesiydi. İstanbul Silivri’yi kendinden görmez, İstanbul tanıtım kitaplarında, şehir rehberlerinde hatta İstanbul haritalarında adı geçmezdi. Hoş, Silivrililer de Trakyalı olmayı İstanbullu olmaktan daha çok önemserdi. Çünkü Rumeli’nin dört bir yanından sürülmüş, göçürülmüş insanların çocuklarıydı onlar ve İstanbullu olmaktan çok Trakyalı olarak tanıtırlardı kendilerini.
Yazın İstanbul’un orta sınıfının tatil için gelip şenlendirdiği bu kıyı kasabası bakir tarihi değerleriyle, senede iki kere susuz tarım yapılan bereketli topraklarıyla, göreceli olarak temiz deniziyle, dağıyla, ormanıyla, yerel kimliğiyle tanınması gerekirken artık memleketin, hatta Avrupa’nın en büyük cezaevlerinden birini barındıran, adı suçla, cezayla, mahkemeyle, gardiyanla, kelepçeyle anılan bir diyar oldu.
Ve çok şey değişti… Ölçüsüz nüfus artışının getirdiği yığınla sorun… konut sıkıntısı, kalabalıklaşan okullar, trafik, yaşadığı yere ait olması için iki kuşak gereken insan kalabalığı, her şeyden önemlisi de silinip giden yerel kimlik… eskiden karşılaştığı her üç kişiden birine selam veren kasaba halkı şimdi muhtelif üniforma, aksan ve şivelerle önünden akıp giden insan yığınının içinde tanıdık bir yüz arıyor.
Tarihte ne Persler, ne Balkan üzerinden gelen barbar akınları, ne de işgal güçlerinin vuramadığı cinsten kalıcı bir darbeyle beli kırıldı bu coğrafyanın. Sağ olasın Hikmet Sami Türk… Türk siyasi hayatının temel açmazı olan öngörüsüzlüğün kurbanı olan Silivri artık dönülmez bir yola girmiş durumda. Uzak görüşlü bir anlayışla ele alınması durumunda dünyanın en mutena şehirlerinden birisi olabilecek bu topraklar, artık zabıta tarafından kontrol edilmeyen bir pazaryerine dönüştü. Birçok yerleşim yeri gibi Silivri de insanların geçinmek için geldiği, bu uğurda döküp saçtığı, kazıyıp karıştırdığı bir diyar olup çıkacak. Bundan sonra da bugün olduğu gibi hapishanesiyle, ziyaret günleriyle, çile dolduran meşhur mahkûmlarıyla, hasretle, rövanşla birlikte anılan zindan çağrışımlı bir diyar olarak kalacak bir nice yıl…
İçimi acıtan odur ki kurulması düşünülen infaz kurumunun bu kasabaya ne ölçüde zarar vereceği bu kasabanın sakinleri tarafından öngörülemedi. Bir daha kıyamete kadar asli işlevine dönemeyecek tarım topraklarının üzerinde binlerce mahkûm ve binlerce cezaevi görevlisinin yaşayacağı bir yerleşke inşa edilmesinin ne gibi olumsuz sonuçları olacağını anlayamadı kasaba halkı. Tıpkı Kolomb’u, Pizzaro’yu, Kortez’i çiçeklerle karşılayan Kızılderililer gibi topraklarını çilehaneye çevirecek yabancılara ses çıkarmadılar.
Şimdi bu kalabalık pazarın ortasında mutlu olmalılar.
. . .
Araplar ‘Külli zamanun ila ricalun, külli ricalun ila zamanun’ der. Her zamanın bir adamı, her adamın bir zamanı vardır gibi bir anlam çıkıyor herhalde. Bizim büyükler de ‘Zamana uymayan yaban olur!’ derdi. Zamana uyma gayretindeyim artık. Kasabanın değişen, şehirleşen ve varoşlaşan görüntüsünden rahatsız olmamaya çalışıyorum. Alışacağız olup biten her şeye. Eskiden Silivri’den yoğurt gönderdiğimiz dostlara hapishane yapımı ağızlık, tespih ve boncuklu telefon kılıfı götüreceğiz.
Hepsi bu.