Bir şey kopmuş bizden şairin dediği gibi… Her şeyi tutan bir şey…
O kopmuş ve biz darmadağın olmuşuz, yapayalnız kalmışız.
İçinde yaşadığımız dünyaya, akrabalarımıza, konu komşumuza, koynumuza aldığımız eşe, çoluk çocuğumuza ve Tanrıya yabancılaşmışız.
Gittikçe daha çok şeye gereksinim duyuyoruz. Gittikçe daha az insana…
Gereksinimlerimizi karşıladıkça kopuyoruz insanlardan, eşten dosttan, akrabadan, konu komşudan ve ailelerimizden.
Artık ne şiir okuyoruz, ne dua ediyoruz.
Biz nereye gidiyoruz?
. . .
Şehrin en uç kenarında etrafı yüksek duvarlarla çevrili, gece gündüz güvenlikli, havuzlu, bahçeli bir siteye savurdu hayat bizi.
Mahallemizden, komşularımızdan, bakkalımızdan, sütçümüzden, sokağımızdan kopup ev değiştirdik.
Sabah akşam farklı güvenliklerle selamlaşıp giriyoruz yaşam alanımıza. Komşularımızla selamlaşmıyoruz.
Binanın altındaki kapalı garaja girip çıkmak zor olduğu için arabamızı evin önüne park ediyoruz, güvenlik gelip kapalı garaja almamız gerektiğini ihtar ediyor.
Kapalı garajın içine araç park ettiğimizde daha önce evimize gelip hal hatır etmeyen üst komşu, kapımızı çalıp kendi aracının yerine park ettiğimizi söylüyor, başka tarafa geçmemizi ihtar ediyor. Konuk araçlarını zorla tıkıyorlar garajın içine.
. . .
Temizlik için eve gelen hanımlar balkona bez asacak olsa birileri göz zevkinin bozulduğunu söyleyip site görevlisini gönderiyor. Balkona ne tür sandalye koyup koyamayacağımızı ilan tahtasındaki ihtar yazısından öğreniyoruz. Hele o ihtar yazıları ki her biri ayrı bir muhabbet konusu. Yunan felsefecilerden, batılı bilim adamlarından sözler aktarıyorlar bize.
Sosyal hassasiyetimizi geliştirmeye matuf sözler…
. . .
Karşı komşumu tanımıyorum. Bir buçuk yıldır ne o benim adımı merak etti, ne ben onun… Başımızı eğip giriyoruz içeriye. Birkaç yüz var sadece site içinde bizi gördüğünde çocuksu bir sevinçle aydınlanan birkaç yüz… Gurbette hemşehrisini görmüş köylüler gibi mutlu oluyoruz onlarla karşılaştığımızda.
Çöpleri toplamak için akşam belli saatte siteyi dolaşan görevli kapıyı çalıyor, çöp poşetini uzatıyoruz. Kapı önüne konulan çöplerin alınmaması için tembihlenmiş adamcağız. O dakika kapı açamayacak durumda iseniz o gece çöplerinizle kalıyorsunuz.
. . .
Emekli bir askeri site müdürü olarak görevlendirmişler.
Araçların kapalı parka çekilmesini, balkonlara hiçbir şey konulmamasını, konuk araçların uyarılmasını, çoluk çocuğun korkutulması işini ona havale etmişler. Bizim millette ırsi bir asker korkusu vardır ya, o ırsi damara hitap etsin diye.
Hepsine tamam ama…
Blokların ortasında akmayan, çalışmayan kocaman bir şelale vardı. Dün sabah yıktılar…
“Yerine çocuk parkı yapsak,” dedim…
“Konu komşu çocuk gürültüsünden rahatsız oluyor, yeni bir şelale yapılacak,” cevabı aldım…
Bizim sitede çocuk sesinden rahatsız olunuyormuş.
Oysa biz yaz boyu yüzme havuzundan çevreye yayılan castık custuk müzik sesinden rahatsız olduğumuzu kimselere söylememiştik.
. . .
Kim bu insanlar…
Balkondaki begonvil saksısından, sarı temizlik bezinden, kapı önündeki araçtan, gelip giden konuklardan, dahası çocuk sesinden, rahatsız olan bu insanlar kim? Tanırız biz birbirimizi.
Çantaköylü Ahmet’in kızı, Akören Köy’lü Mehmet’in oğlu… Hani dedeleri milletin efendisi olan takımından…
Nihat Genç Üstad’ın geçmişi rahmete gark olsun. Ne demişti…. “ Hiçbir sosyal problem şehirde yaşayıp şehir kültürü edinememiş köylü sorunu kadar tehlikeli değildir”
. . .
Silivri kasabayken, bu insanlar civar köylerde ya da muhacir mahalledeki mütevazı evciklerinde yaşarken daha insancıldılar. Yaz aylarını harmanda geçiren babaları değil çocuk sesinden, inek böğürtüsünden, koyun melemesinden bile rahatsız olmazlardı. Tarlaları arsaya dönüşürken, katırlar jipe dönüşürken, dışarıdan lise diploması alırken bu insanların medeniyet algılarının da gelişmesi gerekmez miydi?
Hayat onları ancak bu kadar evirebildi…
. . .
İnsana ait hiçbir sorun fabrikalarda, laboratuarlarda, bilgi işlem merkezlerinde çözümlenemez. İnsanların birbirini dinlemesi, birbirini anlaması lazım.
Medeniyet birlikte yaşamanın alabildiğine güzel, alabildiğine anlayışlı, alabildiğine keyifli olmasıdır…
Biz ansızın gelecek konuğun hesabına çorbaya bir tas su koyan ninelerin torunları değil miyiz?
Biz neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak bir peygamberin izleyicisi değil miyiz?
Biz komşudan gelecek eziyete katlanmanın ecrini Tanrı katından bekleyen bir kültürün mensupları değil miyiz?
Biz komşu kızına yan gözle bakmamayı öğütleyen babaların çocuğu değil miyiz?
Biz yetmiş iki lisanla konuşan, üç ayrı kitabın imanlıları ve imansızlarıyla bir sokakta yaşayıp hem kandili, hem paskalyayı, hem şabatı yaşayan toprakların çocukları değil miyiz?
Neydi bizi güvenlikli sitelerin yüksek duvarlarla çevrili sitelerine tıkıp insanlardan yalıtan ve sevimsiz kılan şey…
Neydi o şey ki kırılıp koptuğunda bizi tespih taneleri gibi darmadağın kılan…
Bugünlerde o takıldı zihnime.
. . .
Hulusi ÜSTÜN