SANATIN  DÜNYASI  (1)...

Lokman şair senin hayatın
Yedi kırlangıcın hayatı kadar
Altısını ardı ardına yaşadın
Bir kırlangıcın daha var.
Cemal Süreyya

Bu çoklamaları, yani ardarda birbiriyle ilintili yazılarıma babamın hastalığında başladım ve doğumgünüm vesilesi ile devam ettim ve ediyorum ve de babamın vefatı, oğlum Can’ın ve kızım Ceren’in de  doğumgünleri yaklaşınca; doğum, ölüm ve hayat üzerine yazılar niteliği taşıdı tüm karalamalarım… „Babam, ölüm, hayat ve sanat“ olarak isimlendirdim üst başlık olarak… Yarım asır önce dünyaya geldim, bilinmez bir yere geldikleri için ağlıyorlardir belki de tüm bebekler, benim de kuralı bozmadığım kesin… Şimdi, önümde kaç kırlangıç daha var bilmiyorum, belki de bir tanedir benimki de! Ben doğmuşum 8 ocakta, büyük büyücü Cemal Süreyya’nın ölümü, 9 ocak… Aradaki yılları boşver, zaman gibi insanların uydurduğu bir kavrama takılıp kalmayalım en iyisi… 

„Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum“

Demiş Cemal Süreyya ve bu dizeleri okurkenTarkovski’nin ‚kurban’ filmini izlemeliyim tekrar diye geçiyor aklımdan… çünkü şimdiki ruh halimin bu filmleri anlamaya ve de sindirmeye daha uygun hale geldiğini hissediyorum  ve ölüm-ağaç ikilemesi bu filmde de var, aklıma bu dizelerin gelmesi hiç de tesadüf değil…Zaten tesadüf diye bir şey var mı ki!  

Son zamanlarda hep bunu yapıyorum, eskiden okuduğum bir kitabı yeniden okuyorum, eskiden izlediğim bir filmi yeniden izlemek ihtiyacı hissediyorum… Ve şimdiki algılamalarımın ve anlayışımın ne kadar değiştiğine hayretle şahit oluyorum… Bu yaşlılık mı acaba?  Yoksa yaşanmışlık mı? Yoksa tecrübe mi? Yoksa atlatılan badirelerin verdiği dersler mi? Ne olursa olsun, bu halimden memnunum…

Viyana’daki büyük kütüphaneyi seviyorum, ara sıra gidip kitaplara ve filmlere bakmak hoşuma gidiyor… Geçen gün iş çıkışı gittim kütüphaneye, niyetim bir süre önce karar verdiğim gibi Tarkovsky’nin bir kaç filmini alıp izlemek… Aslında kafamı dağıtmak bütün isteğim, beynimi alt üst eden düşünceleri ve kendi gerçeklerimi bir an bile olsa en arkaya itebilmek derdim… Bir başka aleme dalmak, orada düşünmek ve sorgulamak… Benim dışımda başka beyinlerin sorgulamalarına tanıklık etmek;  ölüm ve yaşam hakkında, yasaklar ve özgürlükler hakkında, aşk ve tanrı hakkında başka beyinlerin ürünlerini, başka algılamaları bilmek…
 
Amacınız eğlence değilse, filmler aracılığıyla sorgulayarak ve düşünerek kafa dağıtmak, başka bir deyişle kafa aydınlatmak niyetindeyseniz mutlaka bu tür filmler izleyin derim… Çağımızın en iyi film yönetmenlerinden olan rus asıllı Andrey Tarkovski, sinemanın aklı, düşünen beyni ve algılayan ruhu bana sorarsanız… Ve de benim şimdiki haleti ruhiyeme en uygun yönetmen… Bu filmler hem aklıma hem de ruhuma iyi gelecek… Bir yandan kendi dertlerimden beni uzaklaştırırken, öte yandan; hakikate, yaşamın ve ölümün sırrına, yüreklerdeki aşka ve acılara, içinde bulunduğumuz acımasız düzene başka pencereden bakmamı sağlayacak... Ve Andrey Tarkovski’nin nerdeyse bütün filmlerini ve ek olarak Krzysztof Kieslowski’nin üclemesini yüklenip eve geliyorum… Bu satırları sizler okuduğunuzda benim hepsini seyredip bitirmiş vaziyette olma ihtimalim epeyce yüksek… Şimdi sizlerle bu filmlerden bazılarının bana hissettirdiklerini ve de düşündürdüklerini anlatmaya çalışacağım nacizane… Tarkovski’nin dünyasına gireceğiz önce hep birlikte… Seyretmeyenler için: ben etkilenmek istemiyorum, önce seyredeyim derseniz bundan sonra yazacaklarımı okumayın… Önceden seyredenler icin: benim algılamalarım sizinkilerle paralel gitmiş mi veya size uymayan neler var, bilmek isterim…
………………………………………………..

Seyahate sondan başlıyorum… Andrey Tarkovsky’nin, 1986 yılında çektiği son filmi ve benim de şu an ki ruhsal halime en uygun olanı… Kurban… felsefi bir kuyuya düşmek gibi bir şey bu filmleri izlemek…  İkinci kez ama daha dikkatli izledim „Kurban“ ı… Bu filmden kısa bir süre sonra yönetmen Andrey Tarkovski kanserden ölüyor ve bu film onun son sözleri niteliğinde sanki…

Filmin jenerik müziği Bach’a ait muhteşem bir arya… „Erbarme Dich“  Yani „merhamet et“ 

Kahramanımız Alexander, felsefeci ve gazetecidir ve de karısıyla ıssız bir gölün kenarında güzel bir evde yaşamaktadırlar… Alexander, küçük oğluyla gezinti yaparken, ona dışardaki acımasız modern hayat ve içimizdeki manevi hayatımız ile ilgili öğütler verir… İşte benim aklımda kalan sahne buydu, hani size en başta bahsettiğim sahne…

Kuru bir ağaca su verir ve bunu sürekli yaparsa bu ağacın yeşerebileceğini anlatır: „Hergün, aynı saatte bir ayin yapar gibi bir davranışı tekrarlarsak bir şeyleri değiştirmemiz mümkün olabilir.“ der oğluna…

Hani bizde de bir laf vardır, bir şeyi 40 defa söylersen olur, derler… Sonra aklıma Antakya’daki „Barış Evi“ ve oradaki ritüel geliyor ve hiç aksatmadan hergün ve günde üç defa dünya barışı için dua eden rahibe Barbara ve dostları… Acaba sevgili Barbara bu filmi izlemiş miydi diye düşünmeden edemiyorum… Kuruyan ağac haline gelen bu dünyamız tekrar yeşerecek mi? Ruhları ölen ve herşeyi maddeyle ölçen bu insanlık tekrar özüne kavuşacak mı? Biz de, tüm insanlık olarak, % 99 olarak, bunu bir rituel edasıyla hergün yinelersek dünyayı ve kendimizi kurtarabilir miyiz? 

Ve Alex devam ediyor: „Hiç bir şeyi çok isteme ve bekleme“  Bu cümle yukardaki durum ile çelişkili gibi geliyor bana ama buradaki –istemenin- daha çok maddi anlamda kullanıldığını düşünüyorum… Bu cümledeki beklemek fiili daha çok etkiliyor beni… Hayattan beklemek, insanlardan beklemek… Hep bir şeyleri bekliyoruz, sürekli bekleyip duruyoruz… Hep önemli olanı bekliyoruz… Bu „önemli“ olan hiç gelmeyecek ve bizim hayatımız sadece beklemek olacak… Bir otobüs durağında bekler gibi, gelen hiç bir otobüse binmezsek sonunda sonsuza kadar o durakta çakılı kalacağız ve hiç bir otobüse binmeden, yaşamadan ölüp gideceğiz… Bu durum aklıma bir karikatür getiriyor, kara mizah dedikleri cinsten…uzun saçlarından kadın olduğu anlaşılan iskelet bir banka oturmuş bekliyor… Altında da bir yazı: hayatının erkeğini bekleyen kadın…
"Bence çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. ‘Tüketicilere’ göre biçilmiş günümüz kitle kültürü -bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhi varlık olarak kendisinin şuuruna varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor."  diyen Tarkovski, bizim yüzyılımızın acı çeken ruhudur ve çağımızın ruhunu bütünüyle algılayan ve bana göre en doğru şekilde analiz eden aklıdır… Düzene ve devlete karşı tavrıyla; ne sosyalizmi ne de kapitalizmi savunmuştur yaşamı boyunca… Ve hayatın anlamı ve var olmanın nedenini onun yöntemiyle algılamak oldukça ilginç… Çogu filmini izlediğim şu son haftada diyebilirim ki; Tarkovski, bana göre, zamanın en iyi tanıklarından birisidir…
Ve 21. yüzyılda teknolojinin ve maddenin esiri olan insanlığı maneviyata davet eder sürekli: „İnsanın köklerine, kaynaklarına inanması gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmesi gerekir. Tanrı düşüncesi aşıldığı takdirde, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu menaviyattan geçer. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesidir.“ 
Özgürlük kelimesinin moda olduğu günümüz „modern“ dünyasına pek uymayan bir durum bu galiba, ne dersiniz? Maddeye degil maneviyata bağımlılık bizim tek özgürlüğümüz mü demek istiyor acaba? Batı ile doğu arasındaki fark burada mı yatıyor?  Batılı klişelerle şekillenmiş beynimiz, özgürlüğü ancak fiziksel kıstaslarla algılıyor; bir hapishaneden çıkmak gibi veya evlilik müessesinden kurtulmak gibi veya çalışmamak gibi veya istediğini giymek, yiyip içmek gibi veya istediğini düşünmek gibi veya toplum içinde istediğini yapmak gibi… Yani toplumsal yasaklamaların ve dışlamaların olduğu yerde bu yasaklara veya dışlanmışlıklara karşı gelişen bir başka eylem cinsi özgürlük denen kavram… Türkiye’de kafamı meşgul eden -türban takma veya takmama özgürlüğü- buna çok güzel bir örnek bana sorarsanız… Yasak ve özgürlük birbirleri içinde çelişkiler yaratmakta, bazen birbirlerinin içine girmekteler… Ve bu yüzden de işin içinden hiç çıkamıyoruz… Ne dersiniz, Tarkovski haklı mı acaba? Düşünmeye değer bir konu…
Konu biraz dallanıp budalandı, nerde kalmıştık? Evet yönetmenimiz ne sağcı, ne solcu ne de ortacı demiştik; o tamamen düzene karşı, yani benim son zamanlarda durduğum yerde… Bu yüzden onu çok iyi anladığımı düşündüm tüm filmler boyunca…
Bu görüşünü Kurban’da Alex’in ağzından dile getiriyor: „Teknoloji bize sadece rahat yaşamayı sundu, bu maddesel dünyada maneviyatımız yok oldu. Çoğunun vahşi dedikleri ilkel halklar maneviyata daha çok değer veriyor. Biz dua bile edemiyoruz artık ve tüm önemli bilimsel buluşlar kötülük için kullanılıyor. Eski zamanların bilgesi, ihtiyacımız olmayan herşey günahtır, demiş. Eğer bu doğruysa, yarattığımız bütün uygarlık baştan aşağıya günahlarla inşa edilmiş. Maddi ve manevi uyumsuzluk, adaletsizlik, ayrımcılık, dengesizlik içindeyiz. Sahip olduğumuz bu medeniyet temelden bozuk.“
Ve devam ediyor umutsuzca: “Sürekli bunları konuşmaktan yoruldum, bu kelimelerden bıktım artık. Hamlet’i şimdi daha iyi anlıyorum, o gevezelerden bıkmıştı. Hep konuşuyoruz, konuşmayı bırakıp bir şeyler yapmayı göze alacak bir kişi olsaydı keşke! “
Alex sürekli sorguluyor… “Gerçek nedir? Gerçek diye bir şey var mı? Bir hamamböceği tabağın çevresinde devamlı dönüp duruyor ve hep ilerlediğini sanmıyor mu?“


 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol