ÖLÜM KORKUSU ÖLÜMDEN BETERDİR...(BELMA BALCI)

Bugün 8 ocak 2012 ve ben „bir yaşıma daha girdim“… Bu ne güzel bir cümledir ve içinde ne güzel bır ironi saklar… Yaşlanmak;  yüzümde çizgilerin oluşması, ayaklarımın beni artık çekmemesi, bacaklarımın tutmaması, bel ağrıları, gözlerimin iyi seçememesi, kulaklarımın eskisi kadar duymaması, belleğimin zayıflaması ve çeşit çeşit hastalıklar, ağrılar… Bunlar değil asla beni korkutan, her sene doğumgünümde daha bir korkuyla anımsıyorum ölüm denen kaçınılmaz gerçeği, hayatın tek mutlak gerçeğini… Yaşlanmak ölüme yaklaşmak gibi geliyor bana, işte bu yüzden istemiyorum artık yaşımı söylemek ve söylerken bunu kulağımla duymak…

Ölümden korkuyorum ve bu korkumla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum… Belki de, bana yazılmış senaryoyu tamamlayamamaktan korkuyorumdur, şarkıyı bitiremeden susmak… Evet, ölüm değil belki de korkum, yaşayamamak! 

Birden aklıma bir film karesi geliyor, ünlü rus yönetmen Tarkovski“nin „Kurban“ filminden bir sahne bu… Ağaca yaslanmış bir adam oğluna öğütler veriyor, hayata dair hikayeler anlatıyor ve diyor ki: „Oğlum, ölüm diye bir şey yoktur, sadece ölüm korkusu vardır. Bu dehşetli bir korkudur ve insana yapmaması gerektiren bir çok şeyi yaptırır.“ 

Filmi anımsamaya çalışıyorum, sahneleri gözümün önüne getirmeye çabalıyorum ama bölük pörçük herşey… Ama bu filmden çok etkilendiğimi hatırlıyorum, mutlaka tekrar izlemem lazım diye geçiyor aklımdan… Tarkovski’nin diğer filmini daha iyi anımsıyorum, Nostalji… büyülenmiş gibi izlemiştim adeta… Göç ve yabancılık duygusunu işlediği için ve de benim Viyana’daki ruh halime çok uyduğu için daha çok kalmış aklımda…

Bunlar aklımdan geçerken, bir yandan da sevgili arkadaşım İpek ile sohbet ediyoruz, dogum günümde ölümü konu etmişiz… Dünya tatlısı küçük Zeynep de Viski ile oynuyor bir köşede… Gözüm onlara takılıyor: „Onlar birbirlerini anlıyorlar“ diyorum İpek’e… İpek de başını onlardan yana çeviriyor ve sevgi dolu bakışlarla gülümseyerek bakıyor Zeynep ve Viski’ye beni onaylarcasına… Derken Zeynep yanımıza geliyor ve gayet ciddi bir eda ile, eliyle Viski’yi göstererek, „sessiz bağırıyor“ diyor… Bu müthiş cümle bizi afallatıyor… Hayvanlar ve çocuklar birbirlerini çok iyi anlıyorlar… İşte biz büyüklerin unutukları şey bu, kendi özümüz,doğamız… Büyüdükçe sistemin öğretileri ve baskıları sonucu unutturulan yanımız, kaybettiğimiz en gerçek halimiz.. İpek soruyor Zeynep’e: „peki ne diyor Viski?“ O aynı ciddiyetle yanıtlıyor annesini: „Yarın güneşe gideceğimizi söylüyor“ Evet  doğru bir cümle daha, çünkü onlar yarın, İstanbul’a gidiyorlar, güneşe gidiyorlar sahiden de, hayatın içine, dolu dolu yaşamın olduğu o güzel aydınlık şehre…

Zeynep üc yaşında, üc yaşında bir insanın aklına ölüm gelmiyor, 13 yaşında da gelmiyor, 23 yaşında da… ama hayat yolunda, bir dağa tırmanırcasına yokuş yukarı çıkıpta en zirveye ulaştığında, yani 45’i geçtiğinde, aşağıdaki uçurumu görmeye başlıyorsun… Çan eğrisinin en tepesindeyken iki tarafı da görebiliyorsun adeta, gideni ve gelmekte olanı…

Ben şimdi o yaşlardayım, yokuşun en tepesine vardım, burada biraz oyalanıp aşağıya inmeye başlayacağım… Geçen sene Kaçkarlarda yürüyüş yaparken dikkatimi bir şey çekmişti… Yukarı doğru giderken kendimi daha emniyetli hissetmiştim, ayaklarım yere daha sıkı basabiliyordu ama aşağıya inerken hep kayıp düşeceğim korkusu kaplamıştı içimi… İnmek bana çıkmaktan zor gelmişti, oysa ki hep bunun tam tersi düşünülmez mi!

Bugün dogumgünümde hep ölüm geldi aklıma, bilmem belki de doğduğumda ölüm çok yakınımda olduğu içindir bunun sebebi, bilinç altı bir neden… Babamı düşündüm ara ara, onun yatakta yatan yorgun bedeni geldi aklıma, onun hafızamda kalan son resmi bu… Şimdi ise o beden toprakla karıştı, toprağın hücreleriyle birleşti, „bir“ oldu tüm evrenle ve belki bir başka yerde, bir başka zamanda, bir başka şekilde güneşe tekrar merhaba diyecek… 

Ölüm fikri, bende herşeyi nedensiz hale getiriyor bazen; içimde kocaman, doldurulması imkansız bir acayip ve tarifsiz bir boşluk yaratıyor, herşey anlamını yitiriyor ve hatta bazen yaşamak bile…

„Şu kadarını biliyorum
Ölüm kötü bir şey
Bak, işte tanrılardan belli
İyi bir şey olsaydı ölüm
Önce tanrılar ölmez miydi?”
demiş Sapho...

Tam tersi de mümkün oluyor ama; titreyip kendime gelmeliyim, pozitif enerjimi kaybetmemeliyim… Başımıza gelen herşeyden öğrenmemiz gerekenler var… Ölüm korkusu,  insana yapması gerekipte yapmadıklarını da yaptırıyor…Hayatı ertelememiz gerektiğini öğretiyor bize… Ölüm bilincinde olmak insanın farkındalığını artırıyor, yaşamda her anın değerini biliyorsun ve de maddenin ne denli değersiz olduğunu… Olaylara nerden baktığına bağlı herşey, önemli olan belki de yaşama baktığımız pencereyi doğru seçmek… Can Yücel’in dedigi gibi:

„Sevda Tepesinde geçen gün
Karşıki masanın altında
İki tane tavuk gördüm
Toprakla yıkanıyorlardı
Eşeledikleri çukurda
İnsanlar için de belki ölüm
Toprakla bi tür
Yıkanmaktır diye düşündüm“

Nasıl ki çocukken ve gençken ölüm aklımıza hiç gelmiyorsa, çan eğrisinin tepesine varıpta aşağıya inmeye başladığımızda, göreceli olarak çocukluğumuzla aynı düzleme geldiğimizde, yani x/y ( zaman/ yaşam) diyagramında y (zaman, yaş) artarken, geri dönüşte, yani eğri aşağıya inerken, yani tekrar aynı x değerlerine ulaştığımızda, yani ben, küçük Zeynep’in 3 yaşına denk gelen 83 yaşına geldiğimde, belki de ölüm fikri tekrar ruhumdan uzaklaşacak ve ben belki o zaman Viski ile gerçekten anlaşabileceğim, onunla konuşabilecegim, özüme döneceğim ve belki de ölümü bile isteyebilecegim … İnsanoglu öyle değil mi zaten, yaşlandıkça bedensel fonksiyonlarımızla çocukluk haline dönmüyor muyuz hızla, dişlerimiz tekrar dökülmüyor mu, kollarımız tekrar güçsüzleşmiyor mu, tekrardan konuşamaz hale gelmiyor muyuz? Yani, tekrar çocukluğumuza dönmüyor muyuz? Doğa işini hep biliyor bize düşen ise; sabır, tevekkül ve teslimiyet ile sadece nefes almak ve her nefesin kıymetini bilebilecek farkındalığı yakalamak… Ve su akıyor, her zaman yolunu buluyor…

Yaşam tersine dönseydi, yani 80 lerde doğup geri dönseydik, bu sefer de doğumdan korkmaz mıydık? O karanlık ve ıslak ve havasız ve hareket dahi edemeyeceğimiz o küçük ve dar hücreye girmek herhalde ölümden daha korkunç olsa gerek… Oysa biz doğumu hiç de kötü bir deneyim olarak anımsamıyoruz değil mi?

Sağlıcakla ve umutla kalın derken yine bir şiirle bitirelim bugünkü sohbetimizi… Şiirler… koca dünyayı bir cümleye sığdıran büyülü anlatımlar ve onların sahipleri büyücülere hayranım ben… Ve şimdi bu büyücülerden birinin, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir şiiriyle veda ediyorum size bugünlük...

Geçen gün senin yanında aklıma ölümüm geldi
Sensizlik bir mızrak gibi saplandı kalbime
O son anı hatırladım, o seni koyup gidişimi
İlk defa bu kadar üzüldüm dünyaya geldiğime

Ölüm! kaçınılmaz sonuç o soğuk kelime
Bir gün ucuz bir fahişe gibi koynuma girecek
Yüzümde gezinecek pis ve iğrenç elleri
Korkudan büyümüş gözlerimde hayaller can verecek.

Biliyorum üzüleceksin, ama bir gerçek
Bir yerde sevişmek gibi, bir yerde yaşamak kadar
Ne hazin sıcaklığımızın bizi terketmesi
Ve yüzümüze birbiri ardınca kapanan kapılar.

Ergeç uzanır bir el son kampanyayı çalar
Anlarız kaçınılmaz anın geldiğini
Şehre bir bomba düşmüş gibi aynalar, camlar kırılır
İnsan arar da bir türlü bulamaz güzelliğini.

Kimse benim kadar bilemez ölümün rezilliğini
Seni koyup gitmenin hüznünü ben anlarım
Çünkü ben sende buldum kendimi, sende sevdim
Senin yanında seninle değerlendi zamanlarım.

Ne acı gün kadehlerin boş kalması, şarkıların yarım
Mevsimlerin birbiri ardınca bir anda bitivermesi
Ansızın toprakla dolması gözlerimizin
Karnımıza o çirkin böceklerin girmesi.

Kim bilir ölüm belki de bir çilenin sona ermesi
Belki güzeldir, şu sefil dünyaya boş gözle bakmak
Ne çare ki sen varsın, o dünyada sen varsın
Benim korkum ölüm değil, seni yalnız bırakmak…

8 Ocak 2012

 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol