Aradığını bulamadın mı? Buradan keşfet!
Hava sıcak ve kuru… toprak sarı ve taşlı…yeşilin en bozu var ucsuz bucaksız ovalarda... Ve insan... acıların en derini yüzlerinde...samimi…ürkek... ve acımasız ve katı, yaşadığı doğa gibi... Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Urfa, Mardin...oralarda hüzünlerin en yoğunu türkülerde saklı... çocukların yüzlerinde gizli unutulmuşluk... Mezopotamya’nın çocuklarının yüzlerinde...
17 gün onlarla birlikteydik Reyhan’la... evlerinde konuk olduk... birlikte şahane zamanlar geçirdik...çok güldük, çok hüzünlendik... 17 günde unutulmaz anlar yaşadık... harika dostlar edindik...
Diyarbakır’da; Hulusi, Ömer, Osman, Sabo, Fesih Ağa, Kadri, Cemal... ve Peyruze...
Adıyaman’da; Abdulkadir, Asuman Hanım, babaları, Nihan, Mustafa, Sümeyra, Burhan, minik Sudenaz ve abisi Ahmet, Ahmet dayı, kardesleri Ahmet, dede Şevket...
Antep’te; Volkan, Çetin, Serkan, Ismail, Mehmet Akif, Fatma Zehra, Yunus Emre, Serkan...
Urfa’da; Halil, Semih, Mehmet, Çelen, Meltem, Osman, Baran, Devrim, Fırat, Cem, Tuna... Pembe ve Pamuk hanımlar ve de Fazilet... ve Philipp...
Mardin’de; Mesut öğretmen, Sercan, Kermo... ve Joey...
Ve daha bir sürü güzel insan... hepsine buradan sevgilerimi gönderiyorum... belki başka bir yerde ve zamanda tekrar karşılaşırız... hayat bu, belli mi olur!
Bugün onlardan birine ait bir yazıyı sizlerle paylaşacağım... Urfa’dan Mehmet Dağlar... Mehmet aslında ressam... Harika sürrealist resimler yapıyor ve şahane de yazılar yazıyor, yine sürrealist... şimdi kalemi Mehmet’e veriyorum... Mezopotamya’nın bütün çocukları gibi, o da yanıt arıyor kafasında çözemediği onlarca soruya...Sevgili Mehmet, eline yüreğine sağlık...
KUKLA
Geride kaldı sayısız ceset zamanlarım, bir yapbozu tamamlamaya çalışırken. Bir türlü çözemediğim, halende çözmeye çalıştığım, zamanın o çözülmeyen bilmecesinde, çözülmedi sorularım; düğümlerim.Yorulduğumda, bırakıp, hani ne oldu? sorusunu sorduğumda; düşlediğim gerçek dünyanın bu olmadığını fark ettim. Halen o bilmecenin içinde iplerleyim.
Ellerime ayaklarıma bağlanmış o iplerle, bu oyunun bir parçası olduğumu anladım. Zamanın döngüsü içerisinde bana verilen rolün başrol olmadığını, oyunun basit bir oyuncusu olduğumu anlamak uzun yıllar aldı. Oysa ne çok isterdim Charlie Chaplin olup dünyayla oynamayı.
İlk okuldayken ben değil miydim sessiz bir çıngırak, orta okulda öğretilen vatan toprak, lisede anladım hepsi yalan hepsi patlak.
Rolümüzü aldığımız, o masum el ve ayaklarımızdan bağlanan iplerle alıştırmalar yapıldı üzerimizde. Öğretildi bize ne olduğumuzu anlamadan ’Türk ,öğün, çalış, güven.’Övünerek kayboldu hislerimiz. Şekillenmeğe, düşünmeğe başlarken, biz değilmiydik dayak yiyen, aşağılanan, anlaşılmaya çalışılmayan.
İplerimiz ellerinde, oynadılar, istediklerini kafamıza koyana kadar. Zor oldu düşünmeğe çalışmak özgürce. Zorla öğretildi pinokyo olmak. Ta ki iplerimizi gevşetene kadar. On yedi yaşımda, son heceler de beynimden uzaklaşınca, anladım bütün sahte oyunları. Düşünmeye başlamıştım ilk defa; bir şeylere karşı çıkmaya ve sayısız sorular sormaya. Lise ikinci sınıfta tahtaya ‘eğitime ihtiyacımız yok’ yazınca anladım kendimin eş anlamını.
Hala kukla mıyız dersiniz? Hala bağlı mı ellerimize ayaklarımıza ipler? Sıradan sözlerle hala uyutuyorlar mı bizi? Yoksa bin yıldan beri uyuyor mu insanoğlu? Ölünce mi uyanacağız gerçek dünyaya? Bekleyin kuklalar bekleyin, elbet çıkacak sesimiz, gıcırdayacak ellerimiz, yeter ki isteyin; biz değil onlar uzatıyor burunlarını…
MEHMET DAĞLAR
Aradığını bulamadın mı? Buradan keşfet!