SANATIN DÜNYASI (6)
HER SEÇİM BİR VAZGEÇİŞTİR VE YAPTIĞI ETKİ DURDUĞUN YERE GÖRE DEĞİŞİR
Bugün yazıma bir kadın, bir oyuncu, bir oyun yazarı, bir aşık, bir insan olan Meral Okay ile başlamak istiyorum... Bu yazı serisine bir ölümle başladım ve yine bir ölümle noktalamak istiyorum... Hayat, ölüm olduğu için var değil mi zaten! Ölüm hayatı gerçek kılmıyor mu? Ve yaşananları...
Ölüm bilinci yaşama sevinci ile yanyana gidiyor... Bu dünyada var olan yaşamın bir gün sona ereceği ve ölümün bu acımasız gerçekliği bize güzellikleri yaşamamız gerektiğini öğretmiyor mu? Bitmiş ve geri gelmeyecek bir geçmiş ve hiç olmayan bir gelecek yerine “an” ı yaşamanın güzelliği...
“Anı yaşamak” cümlesi çok beylik bir laf oldu artık, bu güzel cümleyi harcayıp bitirdik... Her söylediğimiz, kurduğumuz her cümle, şiirler, romanlar ve milyonlarca özlü güzel söz... Hepsini tüketip bitiriyoruz ve de herşey lafta kalıyor, bunların tek kelimesi bile yaşamda yerini bulmuyor, davranışımızı etkilemiyor, bir kulağımızdan giriyor ötekinden çıkıyor, biz yine bildiğimizi okuyup mutsuz çoğunluk sürüsüne katılıyoruz...
Meral Okay’i geçen hafta aşkının yanına, sonsuzluğa yolladık, o ölümsüz aşkını şöyle anlatmış bir ropörtajında:
„Bir gün evi düzenlerken fark ettim. Bir de baktım ki, benden çok Yaman''ın eşyaları var...Küçük küçük poşetlerle sızmıştı. Aşk bir sızma halidir... Ve aşk kendinden vazgeçme halidir, kendi benliğini ezmeden ''biz'' olabilme halidir...İnsan egosu denetlenmesi en güç şeydir. Bunu ancak aşk becerebilir, sadece aşk ile üstünden atlayabilirsiniz... Biz birbirimize karşı çok saygılıydık... Eee bazen de sıkılırdık, hele üç beş aydır bir aradaysak birbirimizin gözüne bakardık, önce kim gidecek diye, böyle nefes molaları da verirdik... Döndüğümüzde yepyeni bir enerji ve hasret bekliyor olurdu bizi... Aşk bazen de bir kıyamama halidir... Şunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim, o benden daha iyi bir insandı... O kadar bebek, o kadar adam, o kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar temiz yaşamayı öğrenmeye çalıştım. Buradan bir öğretmen öğrenci ilişkisi anlaşılmasın...O, o kadar ahlaklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız. Böyle bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana...Bu ateşle yanma hali o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın...Yaman’la her günümüz sevgililer günüydü... Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır...Biz birçok defa sabah uyanıp birlikte gün doğumunu seyreder, ne bileyim çingene vapuruna binip sabah erken boğaz’ı turlardık. Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır... Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıklardaki tutku kutsanır hep...Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre sahibiz biz..“
Meral Okay’ın 19 yıl önce kaybettiği sevgilisine hala aşık kalması gerçek aşk adına ve insanlık adına bir umut olsun ve biz umudumuzu hiç kaybetmeyelim… Hayatın anlamını arayıp duruyordum kaç zamandır… Sonunda, hayatın anlamının „aşk“ ta gizlendiği sonucuna vardım… Ama gerçek aşk benim dediğim, yani beklemeden, ümit etmeden, gelecek planları yapmadan, yormadan, kısıtlamadan, bağlanmadan, kabullenerek sevmek ve mutlulugu kutsamak… Sevabıyla günahıyla yaşamak aşkı ve sevdayı…
İmkansız mı bu? İmkansıza bağlanmak mı? Ölüm karşısında ağlamak ve üzülmek kadar yaşama gülmek, mutlu olmak mümkün değil mi? Ama neyi seçtiğimize bağlı herşey, seçimlerimiz ve vazgeçişlerimiz belirliyor bizi ve hayatımızı…
Uzun ve ince yaşam yolunda karşımıza sürekli kavşaklar çıkıyor ve biz sürekli seçimler yapmak zorunda kalıyoruz… Her seçim bir vazgeçişin karşılığı oluyor… Bir şeye merhaba derken diğerine elveda demeyi bilmek en önemlisi galiba… Birine evet derken diğerine hayır demek zorundayız… Bir bardağı yeniden doldurmak için önce boşaltmak gerekmez mi! Çemberin hem içinde hem dışında olmak mümkün mü? Çizginin üstünde ne kadar bekleyebilir kişi? Aynı anda hem iyi hem kötü olabilir misin, ne büyük bir tezat, ne müthiş bir çelişki…
Yoksa kavşağın başında öyle beklemek de var işin sonunda, hiç bir yere gidememek, yaşayamamak, durmak öylesine… Karar verememek ne sancılı, acı ve zor bir durum… Hayatı durdurmak, orada çakılıp kalmak… Önünde şırıl şırıl akan bir çeşme varken susuzluktan ölmek… Kapının eşiğinde beklemek, ne içeri girmek ne dışarı çıkabilmek, arafta olmak hali yani… Yarım kalmak, tamamlanmamak hali… Bekleme, sürekli bekleme durumu, gideni ve gelmekte olanı… Hayatı seyretmek bir film gibi, içine dalamama çılgıncasına… Konuşamama, suskun kalma, hayata yenilme…
Hayatımızı anlamlı kılmak adına yapıyoruz bu seçimleri ama vazgeçişler cok yaralayacaksa ruhumuzu, duruyoruz öylece kavşakta, yaralanmaktan ve acı çekmekten korkuyoruz… Önümüzdeki sevdaları yakıp yıkıyoruz bizi bekleyen cehennemi mutsuzluklar adına… Sevdalanmaya hasret gözlerle bakıyoruz ama mil çekip bu gözlere kör ediyoruz kendimizi…
Eşikte beklemenin tek nedeni belki de alışkanlıklarımız, alıştığımız düzenin bozulacağı korkusu, bilinmeyen geleceği istememek, mutsuz rahatı tercih etmek… Yorulmak belki de, uyuşmak, öylece var olanla beklemek son nefesini…Uydurulmuş, sahte, sistemsel zorunluluklar ve sorumluluklar arasında sıkışıp kalmak… Bir düşünür şöyle demiş, hayatın alt üst olacak diye korkma, ne biliyorsun altının üstünden iyi olmadığını?
Ve seçimlerimiz bazen vazgeçtiklerimizin altında eziliyor, vazgeçtiklerimiz ruhumuzu yaralıyor, geride bıraktığın belki de koca bir yaşam, belki de sonsuz bir mutluluk! Vazgeçilen o şey canımızı acayip yakıyor ve öyle bir an geliyor ki seçimlerden çok vazgeçtiklerin belirliyor hayatını ve onlar mutsuzluğunun tek nedeni olabiliyor…
Her ne olursa olsun; hayat zıtlıklarıyla var, karşıtları olmadan anlamak mümkün değil hiç bir şeyi… Yaşamda hep karşımıza iki yol çıkacak, kavşaklardan kaçmak olanaksız… Ama en önemlisi ise gideceğimiz yolun seçiminde hayatı ne kadar anlamlı yaptığımız galiba… Ben de bu anlamda, her defasında aşkı seçmek istiyorum artık… Suyun akışına bırakmışken kendimi, ince bir su kanalından durgun ve sığ bir göle ulaşmak yerine okyanusa dökülmek istiyorum…
Böyle diyorum ama bu seçimler bizim irademizde mi yoksa hayatın iradesinde mi bilmiyorum… Yoksa her kavşakta tek yön gösteren tabelalar mı var? Biz, seçtiğimizi sanırken, herşey bizim irademiz dışında mı olmakta? Yaşanması gerekenler mi yaşanıyor sadece? Bizim seçim dediklerimiz, avucumuzun çizgilerinde beş bin yıldır kazılı mı aslında? Hikayemizi biz mi yazıyorsuz yoksa var olan bir senaryoda bize verilen rolü mü oynuyoruz? Karşımıza çıkan ne varsa bizi şimdiki biz yapmak için mi? Ruhumuzun bir şeyler öğrenmesi için mi tüm yaşananlar?
Peki, insanların yarattığı bu sistemde secme hakkımız ne kadar peki? Neleri seçebiliyoruz? Galiba; ne tanrı katında, ne de insanlar arasında gerçek anlamda seçim özgürlüğümüz var, bu toplumda en büyük ve en özgür seçimimiz belki de delilik… Kurallardan, maddesel varlıktan, hırslarımızdan, güçten, ihtirastan, paradan puldan ve „rahat“ yaşamdan, robotlaşmaktan, saçma sapan geleneklerden, tabulardan, başkalarının etkilerinden, baskıdan, teknolojiden vazgeçmek ve deliliği seçmek…
Mahallenin delisi olmak yani, herşeyi bilmek ama söylememek… kimsenin söyleyemediğini söyleyebilmek fütursuzca, gösteremediğini gösterebilmek, hiç kimsenin olamadığı kadar cesur olabilmek, korkmamak hayattan… Sisteme itiraz eden, sistemin aklına uymayan gerçek bir farkındalık hali yani… Oynanan aptalca, vicdansız oyunlara dahil olmamak, sahadan çekilme hali… Sanatın dünyası dizimizdeki son kitap işte bununla ilgili, Erasmus’un „Deliliğe Övgü“ adlı kitabı…
Hümanizmin babası sayılan Erasmus’un, bu kitabı, İtalya’dan İngiltere’ye giderken yolda kafasında tasarladığı ve İngiltere’de eski dostu Thomas More’un evinde iki üç günde yazdığı rivayet ediliyor… Kitap muhteşem bir ironi ile yazılmış ve Erasmus,; „deliye herşey serbest, delidir ne yapsa yeridir“ düşüncesine dayanarak, ortaçağ felsefesini, önyargıları, toplumdaki menfaatçıları, riyakarlığı, yapmacık hareketleri, çağının politikacılarını, bilim adamlarını, kralları, kiliseyi, din adamlarını, eğitimi yani aklınıza gelebilecek herşeyi bir güzel eleştirmiş kitabında…
Kitapta iki görüş var… Birincisi gerçek bilgelik yani delilik… Öteki ise kendini bilge sanmak yani gerçek delilik… İnsana yaşama gücü kazandıran herşey delilik içinde saklıdır… Delilik; çocuklukta ve yaşlılıkta baskın olur, çünkü delilikte yüze gülme, dolandırma, hırs, güçlü olma isteği, ihtiras yoktur… Ve asıl delilik aşkta ve savaşta ortaya çıkar, diyor Erasmus… Çünkü her ikisinde de ateş vardır, yakar insanı ve kural yoktur artık orada…
Delilikte günah da yoktur diyorum ve Osho’nun günaha davetini ben kabul ediyorum… Ve şimdi ilan ediyorum ki, ben deliliği ve aşkı seçiyorum ve aranızdan sıyrılarak okyanusa karışıyorum ve mavinin en derinlerindeki kutsal günaha ulaşmak istiyorum…
Günümüzün vahşi ve acımasiz kapitalizmin ve bizi iliklerimize kadar sömürüp yok eden; çocuklarımızı elimizden alan; moda, estetik, popüler kültür, medya, teknoloji ile bizi yönlendiren ve de kendine esir eden; planlı kışkırtmalar, çirkin oyunlar, iğrenç polikalar ile bizi birbirimize düşüren, öldüren, açlıktan süründüren; aşkı, sevgi ve dostluğun ve de her güzel değerin yerine parayı koyan bu sistemin akıllısı olmak istemiyorum, onlara hizmet etmek istemiyorum…
Yeryüzü padişahların, kralların olsun.
Cehennem kötü insanın olsun, cennet iyi insanın..
Tanrıya toz kondurmamak meleğin işi olsun,
Temizlik, cennet kapıcısının işi..
Kim, ne olursa olsun,
Sevgili bizim olsun tek,
Canı, canımız olsun… Hayyam
Elimi uzatıyorum şimdi size, birlikte delirelim, isyan edelim bu düzene ve kural koyuculara… Aşkı seçelim sadece; hırsları, kötülükleri, kıskançlıkları, nefretleri, ihtirasları atalım, hep aşk olsun ruhlarımızda… Hep aşk olsun derken de, Mevlana’nın muhteşem bir beyitini de anımsatmak istiyorum, çünkü aşk da o kadar kolay değil bilesiniz... Aşkı seçmek aslında zoru seçmektir... Sevgiyle ve aşkla kalın...
“Gönül; çalamazsan aşkın sazını, ne perdeye dokun ne teli incit
Eğer çekemezsen gülün nazını, ne dikene dokun ne gülü incit...”
.................................................................
Sanatın dünyası başlığını attığım ve 6 bölüm süren yazı dizime son veriyorum bugün... Edebiyat, sinema, şiir, yani sanat yoluyla hayatı anlamaya çalıştık, ölümü ve yaşamı konuştuk, aşkı tattık ruhumuzda... Sürç-i lisan ettiysem af ola diyorum ve bitirirken; kelimelerle, cümlelerle uğraşan, onlarla oynayan, yan yana getirip mucizeler yaratan geçmişte ve gelecekte yaşamış ve yaşayan ve yaşayacak olan tüm sanatçılara, edebiyatçılara, yazarlara, şairlere kendi yazdığım bir şiiri ithaf ediyorum... Onlar olmasa nice olurdu halimiz...
Yazmak
yalnız olmamaktır,
çünkü en yakın arkadaşındır yazdıkların…
Yazmak
Yaşama ve ölüme atılan çığlıktır
Hayata anlam katmaktır bir yandan
Diğer yandan
ölümü bile öldürebilmektir üç kelimeyle…
Yazmak
Dört duvar arasında bile
Kapalı kapılar ardında bile
Ellerin kelepçedeyken
Dilin söyleyemezken bile
Ruhunun en özgür halidir…
Yazmak
Akılların tutulduğu
yüreklerin dağlandığı
ruhların karardığı
O, en acısı tarifsiz anlarda
demir zincirlerle kilitlenmiş kutuyu açmak
Ve umudu dağıtmaktır insanlığa…
Yazmak
Koyu zifiri yıldızsız gecelerde
Güneşin uğramadığı sabahlarda
Kasvetli bulutların sarmaladığı akşamüstlerinde
Korkunç fırtıların eşiğinde inleyen göklerde
Bardaktan hızla boşalan yağmurun çığlıklarında
Kızıl şimşeğin canhıraş haykırışında
Koyu ve dev dalgalı denizlerin korkunç hırıltalarında
Korkularımızı, acılarımızı dindiren
Ve bize mutluluk veren şahane bir masaldır…
Yazmak
Ateşler içinde yanarken hasta yatağında
Kalbin tamir edilmez derecede kırılmışken bir söze
En derin karanlık kuyulara düşmüşken umutsuzca
En dibe vurmuşken çaresizce
Sana sevgiyle, sımsıcak elini uzatan dosttur…
Yazmak
Hayal edebilmektir
kolay değildir…
Masmavi pırıl pırıl bir denizin kıyısında oturup
Sapsarı susuz çölü resmedebilmektir…
Yada bir ziyafet sofrasında
Aç bir çocuğu düşleyebilmektir…
Çok uzak diyarlarda evsiz barksız kalmışları anlayabilmektir
Sımsıcak bir odada elinde sıcak demli bir çay ile…
Yazmak
Marifet ister
Aşkla inleyen gönülleri duyabilmek
Acıyla yanan yürekleri hissedebilmek
Sevinçle çoşan ruhlara eşlik edebilmek
Herkese göre değildir…
Yazmak
Bakmak değil görmektir
Duymak değil dinlemektir
Şarkıları dinlemek değil sadece, söylemektir
Yaşamak değil kuru kuru, farkında olmaktır yaşadıklarının
Sevgi değil tutkulu bir aşktır
Akılla değil yürekle yürümektir tutturduğun yolda…
Yazmak
Sözcüklerle oynamak, dans etmektir
Kelimelere aykırı anlamlar yükleyebilmektir
Korkmamaktır
Sonsuz cesaret ister, koca bir yürek ister, yüce bilgi ister
Ve ancak kelimelerle doğanların işidir…
Dikkat!
Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.