Geçen hafta başladım Macaristan’daki hikayeme… Bir haftadır Mosonmagyarovar’dayım ve bir pazar sabahı erkenden kalktım yine... Geceleri geç yatıp sabahları erkenden kalkıyorum... O kadar az uyuyorum ki... ve hiç yorgunluk çekmiyorum, bu duruma kendim de şaşırıyorum... uyuyarak hayatı kaçırmak istemiyorum sanki, bunu bilerek yapmadığım kesin...
Otel odamın ağır perdelerini çekiyorum, pencereleri açıyorum, dışarısı çok sakin, yaprak kımıldamıyor cinsinden yani... Duvardaki arkadaşıma günaydın diyorum macarca... ‘Jo reggelt’ ... Dün otelin sahibi olan yaşlı ve tonton hanımla muhabbet ettik biraz, buradakiler çat pat almanca konuşabiliyorlar, kaç gündür ilk defa konuşuyorum birisiyle... Maria bana bir kaç kelime öğretti macarca...
Kahvaltımı ediyorum ve her günkü gibi sabah yürüyüşüme çıkıyorum... Düzenli bir yer Mosonmagyarovar, Avusturya’nın köylerini anımsatıyor bana... küçük bahçeli şirin evler, temiz ve düzenli sokaklar, bol bol ağaç ve yeşil... ama burası farklı, burada kendimi daha iyi hissediyorum, çünkü Viyana’da olmayan bir şey var... düzenli ama katı değil, bir ruh var burada, insanlar daha sevimli, daha doğu kokusu var sanki... halbuki Viyana ile arası sadece 100 km... bir buçuk saatlik mesafede ne çok şeyin değişebildiğine şaşırıyorum...
Bugün Pazar, ortalıklarda kimsecikler yok, nerde bu insanlar diye geçiriyorum içimden... ıssız ve ağaçlardan dökülen sapsarı yapraklarla bezenmiş ıslak caddede yürüyorum... dün gece yağan yağmurun topraktan yükselen kokusunu içime çekiyorum... çok güzel bir bahçesi olan bir evin önünden geçerken bir şey dikkatimi çekiyor, evin merdivenlerinde Viski’yi görüyorum sanki... yaklaşıyorum, aynı benim Viski’me benzeyen bir minik köpekçik... koşup o da bana yaklaşıyor merakla, çitlerin aralığından selamlaşıyoruz...
Yoluma devam ediyorum, karşıdan benim yaşlarımda biri geliyor, yanında başka bir Viski... allah allah diye geçiriyorum içimden, burada ne kadar çokmuş bu cins köpekler... halbuki Viyana’da pek sık rastlanmaz... sonra birden jeton düşüyor bende, tabii ya Viski de 4 sene önce bana Macaristan’dan gelmişti... Ben veterinerle konuşup tüyleri dökülmeyen köpek cinsi sorduğumda, o da bana bunu getirtmişti Macaristan’dan... hatta pasaportunda babasının adının Ali olduğunu öğrenince ne gülmüştük...
Adam bana yaklaşıyor, bir şeyler söylüyor, anlamıyorum... gülümsüyoruz sadece, ben de işaretlerle köpeği sevebilir miyim diye soruyorum, tekrar gülüyor ve eliyle işaret ederek iznim olduğunu anlatmaya çalışıyor... Oldi’yi seviyorum biraz...
Yola devam ediyorum, karşıma küçük bir kilise çıkıyor, kapısı açık, içeri giriyorum... İçersi tıklım tıklım dolu, sokakların boşluğunun nedeni şimdi anlaşıldı... Macarca ayini dinliyorum, org sesi bana hoş geliyor... çıkarken kutsal suya parmağımı daldırıp ben de alnıma sürüyorum... Buraya gelmeden önce başımda dolanan kara bulutlar dağılsın diye dua ediyorum... Bu suda toplanan iyi enerjiler bana da geçsin, ruhum rahatlasın istiyorum...
Herkesle birlikte çıkıyorum kiliseden, sokaklar dolmaya başladı... şehre bir hareket geldi sonunda... Restaurant benzeri bir yerde oturuyorum, bir şarap ısmarlıyorum kendime... buraların şarabının meşhur olduğunu okumuştum, denemek istiyorum sadece... Kilisede yanımda oturan çok çocuklu aile de diğer masada... çocukları seyrediyorum ve aklıma dün gece izlediğim film geliyor birden... ‘İki dil bir bavul’ Oradaki kürt çocukları geliyor gözümün önüne... oradaki yoksulluk, çaresizlik ve kabullenmişlik... benim memleketimdeki adaletsizler, yapılan haksızlıklar, insan olmaya yakışmayan zorlamalar... filmde beni en çok etkileyen sahnelerden birini anımsıyorum, kürt çocuklarına her sabah söyletilen and... ‘Türküm doğruyum çalışkanım, varlığım türk varlığına armağan olsun’ ... İnsanın tüylerini diken diken eden bir durum bu... Aynı şeyleri buralarda bize yapsalar hoşumuza gider miydi?
Benim memleketimde öyle bir zihniyet hakim ki onlarca yıl, hem doğasını hem insanını mahvetmiş... ağaçları kesmişler, ormanları yakmışlar, ırmakları kurutmuşlar... dillere, kelimelere yasak getirmişler, düşünceye yasak, sevmeye yasak gelmiş... türkülere yasak, halaylara yasak konmuş... Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın yıllar önce izlediğim bir oyununu anımsıyorum... ‘Yasaklar’ ve oradaki bir sahneyi özellikle... okul çocuklarının söyledikleri Minik Kelebek şarkısını ve ardındaki bir kaç etkili cümleyi:
Minik kelebek
Dur sakince dur
Uçmak ne demek
Git bir dala kon
Kanat çırpmadan otur
Özgürce uçmak tehlikelidir
Uçan ya hain ya da delidir
-Adına insan denen insanlar bulmuşlar yasak denen en etkili silahı. Bir yanda pırıl pırıl aydınlık beyinler, bir yanda kör ve karanlık zihniyet. Bir yanda insanca yaşama isteği, diğer yanda acımasız kurallar ve yasaklar...-
Macaristan’ın küçük şirin bir kasabasında, nehir kıyısında bir küçük restaurantta bu düşünceler içimi sızlatıyor hafiften... hesabı ödeyip kalkıyorum, yan masadaki küçük çocuk bana bakıp gülümsüyor en sevimli haliyle, ben de ona gülümsüyorum... otele gitmek için yola koyuluyorum, yolun karşısına geçmek için bir müddet kırmızıda bekliyorum... yeşil yanıyor, adımımı atıyorum ve biri aniden kolumda tutup beni geri çekiyor ve bir araba nerdeyse beni sıyırarak burnumun dibinden hızla uzaklaşıyor... Viyana’da olmadığımı anımsıyorum birden... çantam yere düşüyor, içindekiler ortalığa yayılıyor... telefonum iki parça olmuş, topluyorum hemen herşeyi... kalbim küt küt atıyor, bacaklarım titriyor... işte, ölmek bu kadar kolay aslında, bir varsın bir yoksun...
Hızla otele dönüyorum, telefonumu eski haline getiriyorum... aaa telefonumda geçen gün silindiğini sandığım müziklerim buradalar, galiba data kartını iyi takamamışım geçen sefer... seviniyorum buna çok...
Hayat bu işte... küçük şeylerden mutlu ol, anı yaşa ama ölümü de sakın aklından çıkarma... ve sevmeyi bil tüm yüreğinle, sonunda acı çekmek kaçınılmaz olsa bile... ve affet sana kötülük yapanları, negatif enerji sende sonlansın, kötülüğün yayılmasına ortak olma.... ve kabullen herkesi ve herşeyi olduğu gibi, bil ki değiştirmeye çalışmaktır en büyük mutsuzluk... ve onurlu ol, önüne engeller koysalar bile kelebeksen eğer uçmaya devam et özgürce ve korkusuzca, inandığından vazgeçme, hem de herşeye rağmen...
.....................................................
Bugün Viyana’ya dönüyorum... hoşçakal Mosonmagyarovar... sırt çantamı kapatıyorum, sırtılıyorum... Duvardaki arkadaşımla vedalaşıyorum... şehrin merkezine kadar yürüyeceğim son defa, kulaklıklarımı takıyorum, tuşa basıyorum, şansıma bir müzik çıkıyor... bir piyano’nun tuşlarından çıkan ve havaya yayılan şahane bir melodi... ‘Istanbul Kanatlarımın Altında’ film müziği... Viyana’ya dönüşte şansıma bunun çıkması ilginç, aklıma sevgili Tuluyhan Uğurlu geliyor... Viyana’da eski öğrencilik yıllarımın simalarından bir tanesi, ne çok dinlerdik onun parmaklarından yükselen melodileri burada... Sırt çantam oldukça hafif, beni hiç yormuyor, oysa geçen hafta ne kadar ağırdı, taşımakta hayli zorlanmıştım... çantamdaki bir sürü gereksiz şeyi attım... bana ağır gelen, gerçekleşmesi imkansız hayallerimi burada bıraktım... kelebek kadar hafif ve özgürüm... uçmaya devam, hayata devam...