BAŞARI NEDİR?

Oğlum da kızım da diğer çocuklardan farklılar… Meselelere bakışları farklı, düşünce sistemleri farklı… kendilerine özgü yasaları var, isyankar ve sisteme karşı koyanlardan onlar… kendi doğrularının peşinden giden ve asla itiat etmek istemeyenlerden…

Bunu asla bir yakınma olarak algılamayın, çünkü çocuklarımın böyle olmaları için ben elimden geleni yaptım ve sonuçtan çok memnunum…Onların isyankar, mücadeleci ve cesur ruhları, hırslarına yenilmeyen akılları ve var olanı kabullenen yürekleri, onurlu yaşamı paradan üstün tutan seçimleri beni gururlandırıyor… Çocuklarım, benim hayattaki en büyük başarımdır, gerisi ise sadece yalan ve aldatmacadır…

Kızım Ceren yolunu buldu, onun bu dünyaya müzik yapmak icin geldiği kesin, tamamlanmış bir ruh o… Onun asal görevi ruhundakileri seslere çevirmek ve bize aktarmak… Tek oyuncağı ise notalar, piyanosu, gitarı ve sesi… Müzikle anlatıyor tüm derdini, müzikle yaşıyor... müzikle nefes alıp veriyor adeta… Onun hayatında başka bir şeye yer yok…

Oğlum Can ise sancılar içinde, yolunu henüz bulamadı… Ergenliğini acılı geçiriyor, en diplerde dolanıp duruyor kaç zamandır… „Okumasın, istediği ve sevdiği işi yapsın, bu işin niteliği de hiç önemli olmasın ama mutlu olsun“ demekle; „okusun, toplumda bir yer edinsin, kariyer yapsın“  demek arasında bocalıyorum… Oğlumdan çok ben ikilem içindeyim, ben karar versem Can da rahatlayacak belki de…

Türkiye’nin en iyi okullarının birinde okumuş, yurt dışında master yapmış ve sonra devam ederek doktor olmuş, ardından Viyana’da iyi bir üniversite daha bitirmiş bir ahbabım var… Yaptığı bilimsel araştırmalarla Türkiye’de Tübitak bünyesine dahil oldu ve ardından da çok para kazandığı, kariyeri yüksek iyi bir işe girdi…   Ve 3-4  sene önce geçirdiği kalp krizi onu bedensel öldürmedi ama hırslarını öldürdüğü kesin… Kalp krizinin ardından ilk olarak işi bıraktı, büyük evini ve lüks arabasını sattı… Şimdi çok az bir parayla, Türkiye’de küçücük bir köyde, eski bir evde sadece resim yaparak yaşıyor… Ondan haber alamıyorum artık ama mutlu olduğuna adım gibi eminim…

Son yıllarda bu tür vakalar artmakta, insanlar artık sisteme teslim olmak istemiyorlar… Geçen gün Viyana’da bir gazetede üç haber okudum arka arkaya:  Birincisi Tirol'lü bir milyoner ile ilgili... Tirol'lü milyoner, bütün yatlarını, katlarını, milyonlarını yoksullara bağışlamış ve şimdi yazdığı yazılardan kazandığı cüz-i bir gelirle küçük bir dağ kulübesinde mutlu mesut yaşıyormuş: " Niyahet mutluluğu ve huzuru yakaladım, mal mülk ve para ruhuma yük oluyordu" diyormuş... İkinci haber ise şöyle: Viyana'lı ünlü tenor artık opera’dan evine gitmiyor, çünkü o artık bir karavanda yaşıyor... Üçüncü haber ise, Wall Street ayaklanması ile ilgili: İnsanlar artık uyanıyor, biz % 99’uz diyenlere polis saldırdı...

Aklıma Can geliyor, tekrar en başa dönecekse eğer, niçin ona istemediklerini yapmasını telkin ediyorum, neden karşı olduğum halde ille de sistemin çarklarından biri olmasını istiyorum, o sisteme dahil olmak istemedikçe, ben onu neden bu kadar çok zorluyorum?

Sistem bizim için kararlar alıyor, hayatlarımızın akışını belirliyor… İlkokul, lise, üniversite, iş, evlilik, çoluk çocuk, iş, yine iş, yine iş… ve sonunda ölmeye yakın emeklilik… Bu akışın değişmemesi lazım, yoksa toplumda yerini bulamıyorsun, dışlanıyorsun… Akıl hastası olarak bildiklerimiz gerçekten hasta mı?

Tabii ki bu yoldan gidebilmemiz, onlara biat etmemiz için öncelikle bizi güzelce eğitiyorlar… İlkokuldan başlayan eğitim en az 15 sene sürüyor ve bu 15 senede istedikleri ne varsa kafamızın içine yerleştiriliyor, hem de bir daha hiç çıkamamacasına… Bir de bunun üstüne medya, edebiyat, sinema, sanat vs gibi başka bombardımanlar eklenince bir daha öze dönmek imkansızlaşıyor…

Eğitim ile tüm cıkıntılarımız, köşelerimiz, sivri yerlerimiz, pürüzlerimiz yontuluyor, hep bir örnek yuvarlaklaştırılmış, sistem taraftarı  zararsız robotlara döndürülüyoruz… Onlar için zararsız ama kendimize zararlı, uzaktan kumandalı robotlar… Biz ise ilerlediğimizi sanıyoruz, eğitimli olanı el üstünde tutuyoruz… ağlasam mi gülsem mi bilemiyorum, tam bir kara mizah…

Sistemin istediği gibi eğittiği, yönlendirdiği ve başımıza ahkam başı kestiği insanların benden yana olmadıklarını düşündüğümden beridir, aklımı ve yönümü başka yerlere çevirdim artık… Anadolu’nun ve dünyanın başka yerlerinde, haritada bile yeri bulunamayan en ücra köşelerinde yaşayan nice bilge insanın varlığından eminim… Bir gün yollara düşüp onları bulacağım, onların izlerini takip ederek hayatın sırrına erebileceğim belki de!

Ne diyorduk!  Evet, eğitimle topluma faydalı insanlar olacağımız kafamıza kazınıyor, halbuki en temel amaç sisteme faydalı olabilmek, yani tepemizdeki %1’e fayda sağlamak…

Kurdukları düzenin biraz dışına çıktığında, sorgulamaya başladığında ise, sistem seni kolaylıkla susturuveriyor… Sistemin kolluk güçleri her an tepemizde…İnsanlık tarihi böyle acı hikayelerle yazılı değil mi!  Özellikle son yıllarda teknoloji ile birlikte üzerimizdeki kontrol iyice arttı, her yerde kameralar var, cep telefonları ve laptoplarla her an dinlenebiliyorsun, sürekli takiptesin…

Korku filmi gibi adeta… Bizi ‚sözde’ eğitecek, iyileştirecek, yönlendirecek ve yargılayacak insanları öncelikle kendileri bir güzel eğitiyorlar… Sosyal alanlarda görev yapan herkes onların tezgahından gecmiş, onların istedikleri bilgilerle ve kurallarla donatılmış… Başta öğretmenler ve psikologlar… sonra hukukçular, gazeteciler, güvenlik kuvvetleri, askerler, bizi her kademede yönetenler vs vs…  Ruhumuz, beynimiz, aklımız ve yüreğimiz… herşeyimiz sistemin acımasız ellerinde… Ve hatta tanrılarımız bile…

Bizim bir tek gerçek düşmanımız var, o da içinde yaşamak zorunda olduğumuz bu sistem… yani tepemizdeki %1… Aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken tek şey ise, bizim % 99 çoğunluğa dahil olduğumuzdur… Bu küçük azınlık bizden korkuyor… Çoğunluk olmamızdan, birbirimize kenetlenip onlara karşı durmamızdan korkuyorlar aslında… Bu yüzden de; bizi dinlere, mezheplere, milliyetlere, ırklara, ülkelere bölüyorlar… Kendileri sınırları kaldırırken bize binlerce yeni sınır çiziyorlar… Bölüne bölüne küçülüyoruz, küçülüyoruz, onların baş edebilecekleri hale geliyoruz…Halbuki onların dinleri, dilleri, milliyetleri, ırkları yok, onlar her yerdeler, her şeydeler…Onlar yaşıyorlar, biz ölüyoruz… Onlar hükmediyorlar, biz itiat ediyoruz… Onlar kazanıyorlar, tek kaybeden biziz… 

Onlar hayatın tüm değerlerine kendilerine yarar sağlayacak tarzda yaklaşıyorlar… Örneğin, başarı ne demek sizce?

En iyi okulları bitirip en iyi yerlerde kariyer yapmak mı? Yoksa dürüst, vicdanlı, iyi yürekli, yalansız ve dolansız biri olmak mı?

En güzel yerlerde, en kocaman evlere, en afilli arabalara sahip olmak mı? Yoksa sadece güler bir yüzün ve sımsıcak bakışların sahibi olmak mı?

Ayda binlerce lira kazanmak mı? Yoksa sadece çevrendekilerin saygı ve sevgisini kazanç sayan bir yürek büyüklüğüne sahip olmak mı?

Otorite sahibi bir yetkili olmak mı? Yoksa kabullenmiş ve verici bir ruh olmak mı?

Başarı, bulunduğun yere ve bakış açına göre farklı anlamlar taşımakta… Düzenden yana isen, sistemi temsil eden küçük azınlık ve geri kalan büyük çoğunluk arasında kalmış, sistemin temsilcilerinin kullandıkları görünmez elleri ve onların kuklası isen ve bunu içtenlikle kabulleniyorsan; sisteme hizmet ettiğin oranda ve ayrık otu olmadığın sürece, onlarin kriterleri doğrultusunda başarılısın… Ama bunları yapmıyorsan bu düzende dışlanacaksındır ama kendi içinde en başarılı inan ki sensin ve gerçek başarı da burada yatmakta…

Ken Kesey’in romanı geliyor aklıma, „Guguk Kuşu“, gençlik yıllarımda okumuştum, daha sonra da filmini izledim… Başrolünü Jack Nicholson’ın oynadığı, Milos Forman’ın bir filmi… One Flew Over the Cuckoo’s Nest… Ingilizcede Cuckoo hem „guguk kuşu“ hem de argoda „deli“ anlamına geliyormuş… Yani ‚delilerin arasından biri geldi geçti’ diye tercüme edersek, filmin anlamıyla daha çakışmış olur ismi de… 

Olay bir mahkumun başından geçer… Mahkum, deli numarası yaparak kendini hapishane yerine bir akıl hastahanesine sevk ettirir, çünkü orada daha rahat olabileceğini ve belki de kaçabileceğini düşünmektedir…  Ama evdeki hesap çarşıya uymaz; kahramanımız Mc Murphy hastahanedeki kurallara uymayınca, başına buyruk özgür davranışlar sergileyince ve de en önemlisi diğerlerini de ayartmaya kalkışınca yani var olan sisteme karşı durunca, otoriteyi tehdit edince bedelini ona çok ağır ödetirler… Aslında hastahanedeki hiç kimse gerçek akıl hastası değildir, onlar sadece dışarısıyla uyum sağlayamayan gerçek akıllılardır belki de…

Söz filmlerden açılmışken sizlere bir film daha önerebilirim… Park Chan Wook’un yönettiği bir kore filmi… Oldboy…  İnsanların uzaktan nasıl yönetildiklerini anlatan, duygularımızın bile sahibi olamayacağımızı bize hissettiren ilginç bir hikaye… Matrix bu tip filmlerden bir başkası…

Sistemin kurallarına, dayatmalarına, mutluluk reçetelerine uymayı red ediyorum ben de… Benliğime tekrar geri dönmek, özümü tekrar yaşamak istiyorum… Sistem içinde ve sisteme rağmen bunu tam anlamıyla başarabilmek bir hayal olsa da, kendimce küçük çıkış yolları bulacağım, en azından aramaya başladım… Bu benim hayatımda, çocuklarımdan sonra ikinci büyük başarım olacak…

Çocuklarımın doğum günleri yaklaşıyor… Ceren 20 olacak, Can 18… İnsan hayatında önemli dönüm noktalarıdır bu yıllar… Şimdi sizlerin huzurunuzda onlara bir hediye vermek istiyorum… Hasan Hüseyin Korkmazgil’in çok sevdiğim bir şiiri, „Borçlu“

Sadece onlara değil, hayatlarının baharında, henüz yolun başında olan,  sistemin acımasız ve insanı öğüten çarklarına daha tam anlamıyla kapılmamış tüm çocuklara armağanım olsun bu güzel şiir… Bankalara değil yaşama olan borcumuzdur esas ödenmesi gereken… sevgiyle, aşka, barışla ve umutla kalın…

Erik çiçek açmış da bahçenin kıyısında
Sen ona hiç bakmadan geçmişsen oracıktan
Leylek dansa durmuş da bacanın tepesinde
O baharlım laklakını durup dinlememişsen
Şakır şakır bir tren bir gece köprüsünden
Islıkla dalmamışsan gurbet türkülerine
Akasya mor akasya ak akasya sarı sarı sarkmış da bahar mavilerinden
Yaşamak ne güzel şey diye ağlamamışsan
Çocuklar birdirbir oynuyorlar da çöplük arsada
Dikilip yanıbaşlarına göğüs geçirmemişsen
Yanından geçip gitmiş de çilekçinin arabası
Kaçtan veriyorsun hemşerim diye yutkunmamışsan
İskelenin tepesinden türkü döken gurbetçi gence
Varolasın koçum benim diye el sallamamışsan
Bahar dalı gömleğiyle utangaç bir uçurtma
Bu ne şıklık delikanlım diye laf atmamışsan
Ve çapkınca bakmamışsan
Göğsü domur domur yeniyetmeye
Sesi bambam
Sesi ramazan topu
Kendini herkül sanan delikanlıyı
Yaştaşınmışcasına süzüp selamlamamışsan
Öpmemişsen gözlerine bakıp duran bir gözleri şenlikliyi
Yaşama itmemişsen iter gibi denize
Girmemişsen koluna bir yıkılmışın
Yalanla da olsa avutmamışsan umutsuzu
Su diyene bir avuç su
Bir yaralı parmağa işememişsen
Kolay gelsin dememişsen taş kıranlara
Günaydınsız bırakmışsan bahçe bezeyenleri
Eğilip koklamamışsan çitten gülen çiçeği
Bayram bayram donanmamışsan
Sevinciyle dostlarının
Acısını dostlarının
Yüreğinde duymamışsan
Kapı kapı dolaşmamışsan iş dilenerek
İşsizliğe düşmemişsen hakkım dedikçe
Ve bayraklı pankartlı yürüyüşlere
Halaylı horonlu grev şenliklerine
Katılmayı aşk gibi duymamışsan şuranda
Ağrın ağrım
Acın acım
Dememişsen insan kardeşlerine
Ve dilinin en görkemli
Ve dilinin bando-davul sövgülerini
Sıralayıp sallamamışsan deyyuslar saltanatına
Hangi yaşta olursan ol
Kardeşim
Kaptırıp gönlünü sevda fırtınasına
Evin yolunu şaşırmamışsan
Sende iş yok be kardeşim
Sen artık hapı yutmuşsun
Borçlusun sen ağaçlara kuşlara
Borçlusun sen trenlere otobüslere
Yağan kara esen yele borçlusun
Borçlusun sen herşeye
Gözdeki ışıltıya
Alındaki çizgiye
Eldeki şaşkınlığa
Borçlusun herşeye
Kardeşim
Yaşamın kendisine


 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol