Ada vapuru çığlık çığlığa bağrıyor, tok bir sesle, davudi dediklerinden... bu ses benim çocukluğumun sesi, anılarımda kalan... Kalın halat çözülüyor, koca vapur zincirlerinden kurtulmuş kızgın bir boğa gibi böğürtülerle yavaş yavaş ayrılıyor iskeleden... boğazın suları telaşlanıyorlar, birbirlerine giriyorlar, kavgaları köpük oluyor etrafımızda... Vapur bir kez daha haykırarak İstanbul’u selamlıyor...
İstanbul hızla uzaklaşıyor, martılar bizi yolcu ediyorlar... onlarcası uçuyor etrafımızda... Martı ne kadar yakışıyor bu şehre... bir tanesi öyle yakınımdan geçiyor ki, elimi uzatsam okşayacağım bembeyaz başını sanki...
Şehir uzaklaşıyor hiç durmadan, aynı ruhumdaki gibi... Bu şehir bana eskisi kadar yakın değil artık, beni korkutuyor, kucaklamıyor eskisi gibi... Geri dönsem beni içine alır mı tekrar? Doğduğum ev beni tanır mı? Geri dönsem eskisi gibi kucağını açar mı bana bu sokaklar?
Sokaklar bana eskisi gibi tanıdık değil nicedir, martıların çığlığı, vapurun düdüğü eskisi gibi benim adımı anmıyorlar... Sadece boş kaldırımların eski hikayelerinde varım ben, yeni hikayelerde yerim yok... geri dönsem diyorum ama korkuyorum unutulduğuma şahit olmaktan... yitik gençliğimin güzel şehri, canım İstanbul...
Bembeyaz bir martı yaklaşıyor, kanadına tutunup yükseliyorum... Kınalıada, Burgaz, Heybeli, Büyükada... Öyle yükseliyoruz ki, tüm adalar altımızda çakıl taşı misali minicik kalıyorlar... Kendimi bırakıyorum aşağıya, hop Kınalı, hop Burgaz... Adadan adaya zıplıyorum, hoplaya zıplaya, seke seke dolanıyorum boğazda, Marmara’da... Aşağıda Esin ile Başak sohbet ediyorlar, Başak’ın sevimli gülüşüne Esin’in ışıltılı bakışları eşlik ediyor, onlara el sallıyorum neşeyle...
İstanbul, herşeyin olduğu şehir... dünyadaki herşey burada toplanmış sanki... Saksafon sesine ney karışıyor, davullar vuruyor aynı ritmle, ziller, bendirler... kaos da burada, dinginlik de... Bir yanda Vivaldi’nin kemanı, diğer yanda Mevlana’nın rebabı... sıcak rüzgar serinletiyor burada... kilise ilahileri, cami ezanlarına karışıyor... savaş naraları annelerin ninnilerine... İstanbul burası, dünyanın merkezi...
Ayasofya’nın tüm kapılarında ‘Ya Fettah’ yazısı yazarmış, bir yerde okumuştum... Anlamı, açıp girmekmiş... ben de şimdi bir ada vapurunda İstanbul’un 5000 senelik kapısını açıp içeri giriyorum usulca... Bâb-ı Saadet bütün heybetiyle önümde...
Romalı ve Osmanlı askerlerinin kanla yıkanmış ölü bedenleriyle karşılaşıyorum önce... uçan kellelerin korkudan açık kalmış gözleri, bizans savaşçıları, Ceneviz denizcilerinin şarkıları, Galata tüccarlarının mangır dolu kadife keseleri, zırhlıların şangırtıları... Fatih’in Haliç’ten geçen koca koca gemileri...
Apartmanlardaki küf, kavrulmuş soğan, kireç, beton, taş, rutubet karışımı garip ama benim çok sevdiğim o koku geliyor burnuma... Vişne likörlü minik yuvarlak çukulatalar ve annemin yeşil nane likörü, ince ve narin şişesiyle gözümün önüne geliyor... Hala annemin misafir odasını süsleyen kristal sigaralık, cam kaplı oymalı sehpa, ağır kadife koltuklar, kapağını açınca balerini dönen müzikli sigara kutusu... Eflatun erguvanlar ve narin beyaz hanımellerinin baygın kokuları, adalardaki fayton sesleri...
Arka mahallelerin, dar ve yemek kokulu sokaklarında oynayan çocuklarını; ocaktaki yemeğini bırakıp birbirlerine sabah kahvesine giden ev kadınlarını düşünüyorum... Hurufları rumca olup meramlarını türkçe eyleyen başka kadınlar sıcacık gülümsüyorlar düşüncelerimin arasında... Onları sultanlar takip ediyor... Sultanların hamam sefaları, ışıltılı kadife kaftanlar, hırslar, kavgalar, rekabetler, ölümler, idamlar, yalanlar, dolanlar... işte İstanbul...
Sadece harem ağalarının girdikleri harem odaları, tepsi tepsi etli bulgur pilavlari, buğusu tüten tas tas çorbalar, bol şerbetli baklavalar... Entrikalar, gözyaşları, sevdalar, ipek örtüler, kadife etekler, sırma saçlar, kemik taraklar... Kızgın at kişnemeleri, kılıç kalkan sesleri, savaş naraları, terli ve kanlı yüzler, kirli yürekler... önümden bir bir geçmekteler...
Sokakta simit satan, eli yüzü kirli küçük çocuk el sallıyor mahçup... Camii önlerini mesken edinmiş, uçuşan güvercinler için tas tas yem satan yoksul kadınlar hüzünle bakıyorlar benden yana... Haydarpaşa Garından Anadolu istikametine kalkan trenin acı çığlıgını duyuyorum... En modern alışveriş merkezlerinde dolanan alımlı genç kızlar, havalı delikanlılar; marka bağımlısı kolej çocukları, kapkara gözleriyle çekingen yaklaşan mendilci küçük kızlar...
Ahşap konaklar, cumbalı evler, kafes pencereler... dış boyası tırtıklı koca pencereli, geniş balkonlu bizim çocukluğumuzun ilk beton apartmanları... Karanlık kenar mahalleler, bu mahallelerin eli belinde bilmiş kadınları, burnunda sümüğü kurumuş zeki bakışlı çocukları, karılarını döven babaları, anasının muhallebi kuzuları, balık yağının kekremsi acı tadı ve ardından ağıza sokuşturulan bir dilim portakal...
Perçemli dilberler, fesli beyefendiler, yaşmaklı kadınlar, pala bıyıklı osmanlı leventleri, kara gözlü civanlar, dağları deldiren sevdalar, elleri tespihli kabadayılar, yumurta topuklu bıçkın delikanlılar, cübbeli hocalar, kasketli köylüler, papyonlu salon adamları, kokoş sosyete kadınları...
Üsküdar’a giderken yağan yağmurlar, Heybeli’deki mehtaplı geceler, Küçüksu’daki kaçamak bakışmalar... bakıra vuran çekiç sesleri, yoğurt satanların gür haykırışı, bozacının dost sesi... Sanatkarlar, zanaatkarlar, dervişler, ulemalar... Rebab, ney, ud, kanun ve bendir sesleri... hüzünlü ayrılık şarkıları, semailer, cümbüşler...
Arnavut kaldırımları, parke taşlı sokaklar, pencerelerdeki demir korkuluklar, isli apartmanlar, kenarları sarı damalı dolmuşlar, havadaki is kokusu, sis çökmüş sabahlar, soba boruları, kara kışlar, elektrik kesintileri, mum yakılan gizemli İstanbul geceleri, akmayan musluklar, mermerden banyolar, ramazan pideleri, komşudan gelen lokmalar, haftada bir yanan termosifon, bakkal kokusu, hep birlikte oturulan zengin akşam sofraları, maksim gazinosunda eğlenceler, yazlık sinemalar, yolda kalan elektrikli treleybüsler, Doğan Kardeş mecmuaları, Saatli Maarif Takvimi, Gırgır’ın Muhlis bey’i, avanak Avni’si... Anneannemin Sedef kakmalı Konsolu, kanaviçe işli bembeyaz yatak örtüleri, annemin iğne oyalı sehpa örtüleri... kolalanmış beyaz okul yakaları...
Kanlı gözleriyle deccallar, binbir gece masalları, çocukların korkulu rüyası tepegözler, bir dudağı yerde bir dudağı gökte devler, vezirlerin kafasını bir vuruşta koparan cellatlar, işkenceci polisler... gencecik ölen fidanlar, yüreklerinde gizli sevdaları olan delikanlılar, gelecek güzel günlerin heyecanı yüzlerine ve yüreklerine vurmuş, devrime inanmış üniversiteliler... elleri nasırlı yoksul işçiler...
Kiloş etekler, permalı saçlar, baklava motifli kazaklar, kuyruklu arabalar, atlılar, feraceli güzel kadınlar, hamamda kız beğenmeler, Göksu’da sandal sefaları, Beyoğlu’nda göz süzmeler, vapur satıcıları... ceketi omuzunda kabadayıların, gecelerin gizemli gücüne korku salan nağraları.. Adalar’dan Moda’lara gelen yarlar...
Saygı, sevgi, sadakat, sabır isteyen yarım asrı çoktan geçmis evlilikler...büyükanneli, büyükbabalı, dedeli, nineli, torunlu torbalı, gelinli, damatlı kocaman sofralar... bayram sabahları yastık altına saklanan yeni elbiseler... sokakta ip atlamalar, üç taş oyunları...uzun ve soğuk kış gecelerinde yapılan komşu ziyaretleri... annemin mutfakta şarkı söyleyen içli sesi:”Talihin elinde oyuncak oldum, kader böyleymiş buymuş alın yazım.... “
Şuh kahkahalar, su gibi akıtılan şampanyalar... hacivatlı karagözlü direklerarası bayramları, kaçamak bakışlar, söylenmeyen gizli sevdalar, kimin eli kimin cebinde belli olmayan başka haller... Tevekkül, tahammül, tefekkür... telaş, hiç birşeye yetişememe, sızlanma, hız ve tabii ki teknoloji... Hepsi istanbul’a ait hayatlar...
„Gül gibi hurrem u handân ola rûy-ı bahtun
Sâgar-ı ayşun ola lale-sifat cevherdâr“
derken, Sultanü'ş-şuara Baki, asırlar sonra aynı şehirde, şairlerin başka sultanı Nazım şöyle buyurmuş:
„Sende, ben, imkansızlığı seviyorum,
Fakat asla ümitsizliği değil... „
İstanbul’a ve bana ait ne varsa bir bir geçiyor gözümün önünden... zamanlar ve mekanlar birbirinin içine giriyor... Bu şehrin kişiliği vardı bir zamanlar... Ya şimdi? Geri dönsem ne o beni tanıyacak, ne de ben onu artık... Değiştik ikimiz de...
Hele İstanbul öyle bir değişti ki, ben şimdiden tanıyamıyorum onu... taşını toprağını tanıyamıyorum, insanını tanıyamıyorum... Bir zamanlar taşı toprağı altın olan canım şehrimin her yeri beton olmuş artık... İnsanlar yapmacık, dizi filmlerden öğrenilmiş cümlelerle konuşuyorlar, hareketler uyumsuz, bakışlar anlamsız... Koskoca, binlerce yılın yaşlı ve bilge İstanbul’u, ruhunu kaybetmiş ve koca bir taklit olmuş duruyor önümde, batının kötü bir taklidi...
Bir türlü bitiremediğimiz, sonsuza kadar da içimize sindiremiyeceğimiz “biçimsel modernleşme” ile bize ait olanı şiddetle red ettik kaç asırdır... kendimizden utandık, kişiliğimizden vazgeçtik... Çocuk saflığımızı kaybettik, kendimizi terkedip başkası olduk... Yaptığımız hiç bir şey yakışmıyor bize, her giydiğimiz, söylediğimiz üzerimizde eğreti duruyor... bize yakışmayan bakışlar, yapmacık kahkahalar ve koyu bir yalnızlık...
Birbirine benzeyen kişiliksiz yüksek beton apartmanlar, cicili bicili ruhsuz alış veriş merkezleri.. karanlık, dar ve pis sokaklarıyla varoşlar, artık harabeye dönmüş mahalleler, sokak başlarında dağ gibi çöp yığınları... araba, araba, kalabalık, kalabalık, kalabalık, insan, insanlar, her yerde insanlar, her yerde arabalar... Yoksulluğun en dibi, zenginliğin en zirvesi... Hiç dinmeyen gürültü, güvensizlik, tehlike, karmaşa, toz duman ve pislik...
İstanbul, yıllar geçtikçe kendini yiyip bitiren koca şehir... kirli ve lekeli, yorgun, kalbi kırık, acımasız, telaşlı... Bu şehre baktıkça içimde koca bir hüzün oluşuyor, İstanbul’u yavaş yavaş kaybetmenin hüznü bu... Hep burada yaşasaydım hiç bir yere gitmeden, yaşadığım şehrin tarihi benim de tarihim olsaydı; aynı kaderi ve aynı kederi paylaşsaydım bu şehirle, bu hasreti ve bu hüznü hiç yaşamasaydım, onunla birlikte değişip onunla aynı olsaydım...
Ama ben bu hüznü çok seviyorum... içimdeki hüzün, ruhumdaki hasret güzelleştiriyor tekrar her şeyi, aşkıma karşılık veriyor İstanbul yeniden... ben yeniden bir İstanbul-perest oluyorum ve herşeye rağmen seviyorum bu şehri, yine de çok seviyorum... İçinde sakladığı sırları seviyorum, bu büyük karmaşada kaybolmayı, buradaki karmakarışık ruh hallerini seviyorum... arafta olmayı seviyorum... herşeye rağmen o yine de bambaşka...
Olanı kabullenmekten başka çarem yok, ben artık İstanbul’un kaderine dair yazılar yazmak istemiyorum, ruhumu acıtıyor duygularım... Sadece İstanbul değil; kötü insanlık hakkında, yaşanan tüm çirkinlikler, ölen çocuklar, bitmeyen savaşlar, acımasız katiller, silahlar hakkında da yazmak istemiyorum... Yalanları ve dolanları, aldatan haberleri ve iki yüzlü politikacıları duymak istemiyorum artık...
Şu yalan ve kısacık dünyada sadece aşk mektupları yazmak istiyorum, evet sadece aşk mektupları... İstanbul’a, boğazın hüzünlü sularına, saçlarımın arasında dolanan esintiye... çay ve simidin yarenliğine, incir ağacının ballı meyvalarına, şeftali ağacının nefis kokulu serin gölgesine, martılara, uzun bir yaz sıcağında içilen buz gibi suya nağmeler düzmek istiyorum... Eflatun erguvanların güzelliğine, rengarenk gökkuşağına, denizin şahane kokusuna, yağmurdan sonraki toprak buğusuna aşkımı anlatmak istiyorum...
Sadece aşk mektupları yazmak istiyorum artık... yağmur olup toprağa, bülbül olup güle, tomurcuk olup güneşe aşk mektupları yazmak... yıldızların geceye aşkını anlatmak; ayın dünyaya, Mevlana’nın Şems’e, Yunus’un Tanrıya, Nazım’ın memlekete, Deniz’in devrime aşkını... su ile toprak, ağaçla yaprak, yaprak ile çiçek gibi olmak... Aşka adımı yazdıramadıysam bile ben onun üstüne adımı yazmak istiyorum artık...
** 1. İstanbul sehri
2. Saadet kapısı
3. Sultanın sarayı
1 Eylül 2011