BABAM EBEDİYETE İNTİKAL ETTİ...

İstanbul’daydım geçen hafta, baban hasta dediler, apar topar gittim… Yatağının yanında oturdum babamı seyrettim, sıcak ve zayıf eli ellerimde bana öylece baktı… Gövdesi küçücük kalmış, bakışları solgun, kasları güçsüz, kalbi yavaşlamış, bilinci gidip gelmekte ve ruhu ağzında… Babam ölmeye yatmıştı sanki, zamanının geldiğini biliyor gibiydi… Baktım baktım babamı tanıyamadım, o yatakta yatan benim babam değildi sanki, bu onu son görüşüm belki de, dedim kendi kendime… Anılarımda bu yüzüyle yer edecek artık, ne acı, eski anılar yok oldular, hepsinin yerini o oda, o yatak ve o yorgun yüz aldı…

Çok bencilce olacak ama, onlardan uzakta yaşamak bazen iyi oluyor; çünkü yaşlandıklarına, gitgide elden ayaktan kesildiklerine yakından tanık olmuyorsun… Yokluklarına alışık olduğun için, ölüm ile onlardan ayrılman fazla koymayabiliyor…Ve hatta, uzaklarda bir yerde hala yaşıyorlarmış hissine kapılıyorsun, öldüklerinden sonra bile…

Ama diğer taraftan; onlardan uzakta yaşamak vicdan azabını da beraberinde getiriyor… Görevlerini yeterince yapamadığın, en ihtiyaçları olduğun zamanlarda yanlarında olamadığından dolayı, için için kahroluyorsun… Seni bin bir cefalarla büyüten, bu yaşlara getiren, onca emek veren annen ve babandan uzak olmak, acil durumlarda yanlarına gidememek ve bazen ölümlerine bile yetişememek ne acı!  İşte bu iki duygu arasında bocalayıp duruyoruz buralarda…

Ona söylemedik hastalığını ama zamanının bittiğini hissettiğinden, hatta bildiğinden emindim ben…Bu öyle bir zaman ki; ne bir dakika eksik ne bir dakika fazla… Nefes sayının bittiği o an geldiğinde artık geri dönüşün yok… Ve insanoğlu o zamanı biliyor…

Kendimi onun yerine koydum, yatağa uzandım… Gözlerimi kapattım, ölüyorum… Bir daha geri gelmesi mümkün olmayan ve yok olan geçmişle ve henüz olmayan gelecekle ugraşmaktan şimdiyi hiç yaşayamayan insanın, şimdiyi yaşadığı tek anın ölüm anı olduğunu idrak ediyorum acıyla… O öyle bir an ki, artık umut yok, hayal yok, gelecek planları yok, istekler yok, ihtiyaçlar yok… İtiraz ve isyanın bittiği andır ölüm ve tek bir nefesin kıymetinin anlaşıldığı sonsuz bir kabulleniş anı… Bilmem, belki de rüyadan bir uyanıştır ölüm… yaşarken hiç bitmeyecek sandığımız rüyadan sonsuza uyanış…

Bedenim babamın yatağının ucunda, gözlerim gözlerinde takılı, ellerim ellerini sarmalamış ve aklımda binbir düşünce, ruhumdaki acıyla debelenirken; babam gözlerini kapattı yavaşça, yorgun, nefes almak bile yoruyor onu artık… Eli hala elimde ama bir yandan da bu eli bırakmak istiyorum, çünkü korkuyorum aniden can vermesinden, avucumdaki elin soğumasından, tam da bu anda yanında olmak beni çok ürkütüyor… Onu ruhsuz bir beden olarak görmek ve böyle hatırlamak istemiyorum…

Gözleri kapalı halde elimi sıkıyor, yavaşça açılıyor göz kapakları, feri gitmiş bakışlarını bana çeviriyor ve zorlukla ağzından şu cümle dökülüyor:

„Hayatta, başaramadım diye sakın yeis etme“  Yoruluyor ve susuyor… Ağzımdan tek kelime çıkamıyor, öylece bakıyoruz birbirimize, sanki helalleşiyoruz son kez…
 
Benim sevgili babam, kendi halinde yaşayıp giden, hayatı boyunca sesini kimseye
yükseltmemiş, mala mülke hiç kıymet vermeyen, dünyanın her haline gülüp geçen, geleni ve gideni kabullenmiş o yüce ruh, incecik bir ipin üzerinde yürüyordu, aşağıya düştü düşecekti sanki… Ölümün küçük kardeşi düşler dünyasında, arasıra hafifçe gülümseyerek bize el sallıyordu…Onu yatağında öylece bırakıp döndüm Viyana’ya ve şimdi, onun ebediyete intikal ettiğin öğrenmenin tarifsiz acısıyla ve olabildiğince çaresizce yazıyorum bu satırları…

Ölüm hepimizin başında, sıralı olmasını diliyorum tanrıdan… Yaşlanınca bir kuru yaprak misali dalımızdan düşüyoruz… Ölümü kabullenmek gerek ama çok garip bir şey olduğunu da düşünmeden edemiyorum…Bedenimiz yerin altına girecek, ufalanıp toprağa karışacak ve sonsuz evrene… Bize ait küçücük bir hücre bir çiçeğin yaprağında tekrar güneşe değecek bir gün… hayatın devinimi… Bir mum gibiyiz, yanıyoruz ve yana yana bitiyoruz… Öleceksek neden geliyoruz bu dünyaya? Çektiğimiz acıların sebebi ne? Ruhumuzun öğrenmesi içinse eğer doğmamız, bu neden peki? Neden ruhlarımız bir şeyler öğrenmeli? Sorular hiç bitmiyor, sordukça ve sorular çoğaldıkça herşey birbirine giriyor, hayat iyice karmaşıklaşıyor ve de biz gittikçe işin içinden çıkamaz oluyoruz, bu düğümü çözemiyoruz bir türlü…

Belki de hiç sormadan, sadece yaşamak gerekiyor… Belki de herşey bizim sandığımız kadar karmaşık değil, güneşin ısıtması, suyun akması, otların büyümesi, kuşların cıvıltıları kadar basit ve doğal… Hiç soruyor muyuz, dünya neden dönüyor, diye! Güneş neden ısıtıyor, kar neden üşütüyor?

Ölüm, yaşamın karşıtı değil asla, ikisi birbirinin içinde, birbirlerinin tamamlayıcısı ve doğduğumuz an yaşamımızın bir parçası olan ve de belki de yaşamaktan daha kolay…  Ölümün nasıl olduğunu hiç bilmiyoruz, tahmin dahi edemiyoruz… Babamın ruhu, belki de ona dar gelen bedenini terkedip sonsuz özgürlüğe kanatlanmış uçmakta, mutlu ve bir o kadar da özgür… Ölüm, şu dünyada aradığımız özgürlüğün gerçek adı belki de, kim bilebilir ki! Ve Yahya Kemal Beyatlı’nin dediği gibi:

„Bir çok giden memnun ki yerinden
 Çok seneler geçti
 Dönen yok seferinden“

Belki de Yakup Kadri’nin dediği gibi; ölüm, cismanı hazların en büyügü…

Babam kuş olup uçtu gitti, öyle kolay ve öyle zahmetsizce, kimselere eziyet çektirmeden hafifçe terketti bedenini ruhu… Belki de ruhumun çığlıklarını duyuyordur şu an, bizim bilmediğimiz başka uzak diyardan bize bakıyordur, bilinmez!  Dualarım hep onun için… Ruhun şad olsun babacığım…

Babamın vefatından dolayı taziyelerini bildiren, üzüntümü paylaşan tüm dostlarım sağ olsunlar, hep var olsunlar… Hepsini teker teker kucaklıyorum… Sağlıcakla ve umutla kalın… 

14 Aralık 2011

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol