Pazar günü gökyüzünün güvenilmez havasına aldırmadan Silivri orman köylerine vurdum kendimi.
Erikler çiçeğe durmuş ilkbaharın habercisi. İstanbul çiğdeminin beyaz yaprakları solmuş bile. Böğürtlenler arasında menekşeler baharı müjdeliyor anlayacağınız. Parmağımı kesme pahasına yabani armutlara aşı yaptım. Belki bir yolcu ya da yaban hayvanı yararlanır diye.
Silivri köylerinde sanki matem havası. Eskiden daha canlıydı. Beyciler – Çayırdere – Danamandıra v.s. yüzyıllık köyler tapu sorunu yaşıyorlar. Yıllarca arşınlamışlar devlet kapısını. Bin bir vaat almışlar ama tapu yok. Teşviklerden yararlanamaz olmuşlar. Ne gübrede, ne hayvancılıkta, ne de tohumda.Hep tapu sorunu çıkmış karşılarına.
Süt de para etmiyor diyor İsmail Bey. “Eskiden 70 krş.tu. Şimdi 50 krş. Onu da zamanında alamıyoruz. Buzağı teşviki alırlarmış. İki gebe ineğe vermişler.1 ay sonra yavru yapacak olanlara vermemişler.
“Bizim köyler makta keserdi. Zor iş ama kömür yapardık. Şimdi o da yok. Ancak çalı çırpı toplamaya izin var. Ondan da kömür olmaz. Bir genç söze karışıyor. “Biz fabrikaya giderdik. Bir çok fabrika işçi almıyor. Bir çoğu kapandı. İşçi çıkardılar. Kahveler işsiz dolu.” Yani bir dokun bin ah işit!
Yine bir amca kederli “Bizi köylerimizden göçe zorluyorlar. Eskiden bize göç gelirdi. Şimdi biz göçeriz ama nereye?” diye soruyor.
Kısaca kıskaç altında bir yaşam. İsmail Bey “kahveye gidemiyorum. Arkadaşlar birbirlerinden 10 lira borç istiyor. Eskiden 10 TL’nin adı bile olmazdı. Bende de yok vereyim” diye durumu özetliyor.
Bir pazar hava alayım kendime geleyim derken köylülerin içine sürüklendiği durum daha kararttı içimi.
Siyasileri düşündüm. Nasıl bol keseden atıp yalancı cennetler vaad ediyor. İki ayrı Türkiye (ateş düştüğü yeri yakıyor) köylü yanıyor. Bir duyan olur mu acaba?